Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
2006’da ABD’de mortgage krizi ile başlayan, 2008’de Lehman Brothers’ın batışı ile devam eden ve akabinde tüm dünyayı etkisi altına alan küresel ekonomik kriz dünya siyasetinde de ciddi farklılaşmalara yol açmıştır.
2009’da dünya ekonomisi yüzde 2,2 küçülünce ve dünya ticareti yüzde 10,6 azalınca tehlike çanları çalmaya başladı. Siyaset de buna göre şekillenmeye başladı.
En basit ifadeyle, ekonomik kriz ile mücadelede maliye politikasının rolü ön plana çıkmış ve ilerleyen yıllarda da siyaseti belirleyen en temel unsur maliye politikaları olmaya başlamıştır.
Kuşkusuz, hesaba-kitaba dayalı yeni siyaset, geleneksel siyaseti de bir hayli yordu, yormaya da devam ediyor.
Çünkü yeni siyasetin temel ilkelerinin başında mali sürdürülebilirlik geliyor.
Yeniden sürdürülebilir ekonomiye geçebilmek için dünya ülkelerinin kamu kaynakları ile ekonomiyi desteklemesi gündeme gelmiş ancak bu desteğin mümkün olabilmesi için ise kamunun öncelikle kendi ödeme taahhütlerini riske atmayacağı bir yapıya kavuşturulması temel hedefe dönüştürülmüştü. Kısacası, mali sürdürülebilirlik, ekonomik sürdürülebilirliğin bir ön koşuluna dönüşmüştü.
Aslında KKTC’de de tam da küresel ekonomik krizle eş zamanlı olarak siyasette bu yeni döneme geçiş çabaları gündeme geldi ve bu minvalde mesajlar verilmeye başlandı.
Gerek dönemin Başbakanı Ferdi Sabit Soyer gerekse dönemin Maliye Bakanı Ahmet Uzun’un toplumla çok açık biçimde paylaştıkları bir şey vardı:
“Ayağımızı yorganımıza göre uzatmayı öğrenmeliyiz”…
Kıbrıslı Türkler bu çağrıyı hiç ama hiç anlamadılar veya anlamak istemediler.
Ferdi Sabit Soyer “denk bütçe” dediğinde, “nereden çıktı bu denk bütçe?” diye hep bir ağızdan çıkıştık.
“Kıbrıs sorunu devam ederken” diye başlayan cümlelerle bunun bir hayal olduğunu haykırdık hep bir ağızdan.
Çünkü 2004’e kadar Kıbrıs sorunu üzerinden şekillenen Kıbrıs Türk siyaseti, odağında maliye politikaları olan yeni döneme adapte olmaya hâlâ hazır değildi.
Uzun yıllar boyunca gerek Kıbrıslı Rumların kuzeyde bıraktığı varlıkları ekonomik anlamda değerlendirerek gerekse Türkiye’nin sağladığı kaynakları kullanarak varlığımızı idame etmiştik.
Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş uzun yıllar boyunca Türkiye ile münasebetlerinde, “bütçe mülahazalarıyla ulusal dava sulandırılamaz” diyerek kaynak akışını temin etti.
Zaman zaman ise komünizm tehdidini öne sürerek Türkiye’yi ikna etmeyi başardı.
2004 sonrasında ise Ferdi Sabit Soyer, 2002’den itibaren hızla değişmeye başlayan Türkiye ile aynı minvalde ilişkiyi sürdürmedi.
Zaten artık kimse “bütçe mülahazalarıyla ulusal dava sulandırılamaz” diyerek hızla değişen Türkiye’yi daha fazla kaynak aktarımı konusunda ikna edemezdi.
Bu koşullarda CTP’nin 1980’li yıllardan başlayarak uzun yıllar boyunca kararlılıkla sürdürdüğü ve Özker Özgür’ün deyişiyle, “kimliğimize, kültürümüze ve onurumuza sahip çıkmalıyız” şeklinde ifade edilen politikaları, hesaba-kitaba dayalı yeni siyaset döneminde somut bir zemine kavuşmuş oldu.
Ferdi Sabit Soyer döneminde, değişen Türkiye ile birlikte, “kendi ayakları üzerinde durabilecek bir sistem yaratma” hedefi ete kemiğe büründürüldü.
Bu hedef CTP’nin “kimliğimize, kültürümüze ve onurumuza sahip çıkma” siyaseti ile örtüşüyordu ve aynı zamanda bütün dünyada siyaseti belirleyen en temel unsura dönüşen maliye politikaları üzerinden Türkiye ile konuşabilme, tartışabilme bakımından da somut imkânlar sunuyordu.
Bu hedef, Kıbrıslı Türklerin federal çözüm istenci ile de harmanlanarak, “federal çözüm için çalışırken federal çözüme de hazırlanmak üzere kendi kendine yetebilecek bir sistem yaratma” şeklindeki vizyona dönüştürüldü.
Ferdi Sabit Soyer’in bu vizyonu topluma mal etme çabaları takdire şayandı.
CTP’nin o dönemdeki başarısı, Türkiye’nin bu vizyona tam destek vermesini sağlamak oldu.
Nitekim bugün de Türkiye Başbakanı Binali Yıldırım’ın Cumhurbaşkanımız ile birlikte düzenlediği basın toplantısında KKTC ile Türkiye arasındaki ilişkileri tanımlarken KKTC’nin geleceğe yolculuğuna ekonomik ve siyasi olarak güçlü bir şekilde hazırlanması, olası çözümde iki tarafın eşit, adil temsil edildiği bir federal yapıya yönelik hazırlıkları ikmal etmesi üzerinde durması önemlidir.
2016-2018 Ekonomik ve Mali İşbirliği Protokolü’nün ekinde yer alan Yapısal Dönüşüm Programı’nın ilk paragrafında da federal çözüm hedefine şu şekilde atıfta bulunuluyor:
“Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile yürütülen müzakerelerin olumlu sonuçlanacağına ilişkin olasılıkların giderek artması, bu süreci KKTC’nin kendi ayakları üzerinde durabilecek konuma gelmesi açısından daha da önemli kılmaktadır”.
Aynı paragrafın devamında, Kıbrıslı Türklerin kimliğine, kültürüne ve onuruna sahip çıkma mücadelesine saygı çerçevesinde, KKTC tarafından hazırlanmış olan 2016-2018 Orta Vadeli Ekonomik Program’a (OVP) atıfta bulunulmaktadır:
“2016-2018 dönemine ait bu program, KKTC hükümeti tarafından hazırlanan OVP’nin önceliklerini yansıtmakta ve bu nedenle ‘Yapısal Dönüşüm Programı’ olarak nitelendirilmektedir”.
Bir başka deyişle, bu programın isim babası Kıbrıslı Türklerdir ve içeriğindeki reform öncelikleri de OVP’ye dayandırılmıştır.
Türkiye ile vizyona ilişkin tam bir uyum ve işbirliği söz konusu olduğu halde maalesef aradan geçen on yılı aşkın süreye rağmen bu vizyona siyaseten tüm unsurlarıyla toplumsal alanda tam manasıyla adapte olabildiğimizi söylemek ise mümkün değildir.
İşin doğrusu, hâlâ patinaj yapmaktayız, vizyoner liderlik arayışımız devam etmektedir ve maalesef çözüme de hazırlanabilmek adına kendi ayakları üzerinde durabilecek bir sistem tahayyülü ile siyaset yürütmekten mevcut durumda çok uzağız.
Kişisel ve zümresel çıkar beklentileri toplumsal vizyonla belirlenmiş maliye politikalarını çoğu zaman aşmakta, bu durum siyaseti de belirleyen ana faktöre dönüşmekte, ya siyasi zararları pahasına vizyona bağlılık sürdürülmeye çalışılmakta veyahut da bugünkü UBP-DP azınlık hükümetinin yaptığı gibi kısa vadeli siyasi beklentiler ön plana çıkarılarak toplumsal vizyon ikinci planda tutulabilmektedir.
Dahası, toplumsal alanda belli konular tabulaştırılmakta, birtakım konuları konuşmak adeta günah sayılmakta ve vizyona bağlılık yemini ile fikir üretmeye çalışanlara neredeyse kök söktürülmektedir.
Bir yandan sağ cenahımızda geleceği kurmak için siyaset yürütmektense günübirlik siyasetten medet umulmakta, diğer yandan sol cenahımızda ise Ortaçağ’daki cadı avına benzer yaklaşımlarla mali ve ekonomik konuların gerçekçi zeminde konuşulması neredeyse ayıp sayılmaktadır.
Bu kısır döngüyü artık kırmak zorunda olduğumuz aşikârdır.
Solda da sağda da yeni siyaseti ete kemiğe büründürerek her siyasetçinin kendi koşullarında sağ siyasetin ilkelerini ya da sol siyasetin ilkelerini hesaba-kitaba dayandırılmış gerçekçi yeni politikalarla geleceğe taşıma yaklaşımını ön plana çıkarmasını sağlamakla mükellefiz.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Bu düşüncelerle, bugün, hesabı-kitabı önümüze dökelim ve kendi siyasi çizgimizden hareketle, Yapısal Dönüşüm Programı’nı yorumlamaya çalışalım.
Bizim CTP olarak 1970’ten beridir ‘vazgeçilemez’ diye tabir ettiğimiz ilkelerimiz çok açıktır:
Eşitlik, özgürlük, insan hakları, sosyal adalet, demokrasi ve barış…
Biz, ülkemizde yaşanan her siyasi gelişmeye bu ilkeler ışığında ve kimliğimize, kültürümüze ve toplumsal onurumuza saygıyı gözeterek katkı yapıyoruz.
Yapısal Dönüşüm Programı hazırlanırken bu ilkeler ışığında hareket ettik.
Şimdi program uygulanırken muhalefetimizi de bu ilkeler ışığında yapacağız.
Ezberlerle, eski siyaseti çağrıştıran yaklaşımlarla değil, neyin neden yanlış olduğunu açıklıkla toplumumuzla paylaşarak, itirazlarımızı parmağımızın arkasına saklanmadan yapacağız.
Doğruya doğru, yanlışa yanlış diyeceğiz.
Çünkü biliyoruz ki makroekonomik hedefler bakımından doğru kurgulanmış olsa dahi bir program bazen toplumun geneli, bazen de toplumun belirli kesimleri açısından acı ilaçlar içerebilir.
Yanlış ellerde acı ilacın zehre dönüşüp bizi öldüreceği çok açıktır.
Acı ilaç içeceksek, bunun doğru zamanda, diyalog ve katılımcılık ilkesinden ödün verilmeksizin yaşanacak toplumsal süreçlere bağlı olarak ve toplumsal vizyonumuzla sağlıklı biçimde ilişkilendirilerek uygulanması bizim açımızdan çok büyük önem taşımaktadır.
Zehre dönüşüp bizi eşitlikten, özgürlükten, insan haklarından, sosyal adaletten, demokrasiden, barıştan, toplumsal kimliğimizi ve kültürümüzü geliştirmekten, toplumsal onurumuzu korumaktan alıkoyacaksa, “bu ilaç beytambal kalsın” diyeceğiz. Eğer bu ilaç bizi iyileştirecek ve ilkelerimiz ışığında oluşturulmuş toplumsal vizyona katkı yapacaksa da var gücümüzle gündeme getirilecek uygulamaların destekçisi olacağımızdan hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Üzülerek gözlemlemekteyiz ki 15 Nisan 2016 tarihinde görevi devralan UBP-DP Azınlık Hükümeti, hesaba-kitaba dayandırılmış Yapısal Dönüşüm Programı’ndaki makroekonomik hedeflerden toplumumuzu uzaklaştırmaktadır.
Programın imzalandığı 27 Mayıs 2016 öncesinde ve sonrasında henüz atılan imzaların mürekkebi kurumadan bu hükümet tarafından gündeme getirilen popülist uygulamaların toplumsal haysiyetimizi de derinden yaraladığını gözlemlemekteyiz.
Eğer siz başka bir devletle imzalanan protokole rağmen hesaba-kitaba uymayan mavi boncuk siyaseti güderseniz, o devlete, “Kıbrıslı Türkler attığı imzanın manasını bilmeyen kişilerce yönetiliyor” dedirtirsiniz. O devlete, “bizi aldattılar” dedirtirsiniz. Bu da toplumsal onurumuzu zedeler.
Azınlık hükümetinin haysiyetimizle oynamasına fırsat tanımamak adına etkili muhalefetimizi sürdüreceğimizden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Bu yıl itibarıyla imzalanan protokol ile Türkiye Cumhuriyeti’nden yıllık 1,1 milyar TL’ye kadar hibe ve kredi sağlamış olacağız. Türkiye Cumhuriyeti, bu protokole imza atmak suretiyle 3 yılda 3,5 milyar TL’ye kadar bize hibe ve kredi sunmayı kabul etmiş bulunuyor.
Kuşkusuz, 2016 özelinde konuşacak olursak, 4 milyar 515 milyon 312 bin 880 TL olan yıllık bütçemiz içerisinde yüzde 24,36 oranında yer tutan bu hibe ve krediler halkımız için yaşamsal önem taşımaktadır.
Bu kaynaklar olmaksızın ülkeyi yönetmek imkânsızdır.
Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti’ne teşekkür ederiz.
Bu desteğin, Sayın Binali Yıldırım’ın da ifade ettiği üzere bir menfaat ilişkisinden öte Kıbrıslı Türklerin geleceğe yolculuğuna önemli bir katkı şeklinde algılanması gerekmektedir.
Bu desteğe sahip olmak bizleri asla rehavete sürüklememelidir.
Yıllık bütçemizin yüzde 25’inin başka bir devlet tarafından karşılanıyor olması bilhassa da 2008 küresel ekonomik kriz sonrası dünya koşullarında çok ciddi bir mali kriz ile karşı karşıya olduğumuzun göstergesidir. Bu koşullarda başta iktidar olmak üzere hepimizin odaklanması gereken bir husus varsa o da mali krizi aşmak olmalıdır.
Nitekim 2016-2018 Ekonomik ve Mali İşbirliği Protokolü de hesabı-kitabı önümüze sermesi bakımından değerlidir ve siyaseten göz ardı edilmesini sağlamaya dönük her türlü girişim sadece ama sadece statükonun devamına hizmet edecektir.
Protokole göre KKTC üç yıl içinde kamu kesimi borçlanma gereğini 790 milyon TL’ye düşürmeyi taahhüt etmiş bulunmaktadır. Buna göre 2015 sonu itibarıyla 9,6 milyar TL olan milli gelirimizi 3 yıl içinde 13,2 milyar TL düzeyine çıkarmamız ve kamu kesimi borçlanma gereğini milli gelirimizin yüzde 6’sını aşmayacak düzeylere düşürmemiz öngörülmektedir.
Demek ki bir taraftan ekonomiyi büyütmek adına kamu ve özel yatırımların çok hızlı şekilde hayata geçirilmesini sağlamak ama aynı zamanda da bütçe disiplininden ödün vermeksizin kamu maliyesini bugünkü katı yapısından kurtarıp daha esnek bir yapıya kavuşturmak gibi iki boyutlu bir siyaset yürütmek gibi bir görevle karşı karşıyayız.
Aynı şekilde, yine protokole göre 3 yıl içinde faiz hariç yerel bütçe açığımızı 100 milyon TL’ye düşürmeyi taahhüt etmiş bulunuyoruz. Milli gelirimizin 13,2 milyar TL düzeyinde olacağından hareketle, faiz hariç yerel bütçe açığımızı milli gelirin yüzde 0,76’sına düşürmekle mükellefiz. Bu da bir yandan Türkiye Cumhuriyeti’nin sağladığı destekle ekonomimizi büyütüp milli gelirimizi 13,2 milyar TL düzeyine çıkarırken diğer yandan ise kendi ev ödevimizi iyi kavrayıp hem bütçe açıklarını azaltmayı hem de kamu borç faizi ödeyebilmeyi sağlayacak şekilde siyasete yön vermemizi gerektirmektedir.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Bu bakımdan, belki de program yer alan en önemli faaliyetlerden bir tanesi, borç ödeme planının oluşturulmasıdır. Herhangi bir tarih ile ilişkilendirilmeyen bu faaliyetin, program dönemi içerisinde tamamlanacağı öngörülmüştür.
Borç ödeme planını oluşturmaksızın, bu konuda önümüzü görmemizi sağlamaksızın hükümetin çeşitli kesimlere mavi boncuk dağıtma politikası yürütüyor oluşu, bu topluma yapılabilecek en büyük zarardır. Ortada bir borç ödeme planı bulunmazken çeşitli alanlarda gündeme getirilen popülist yasal düzenlemeler ve kamunun personel harcamalarını artırıcı özelliğe sahip icraatlar, bizi program hedeflerinden de uzaklaştıran vahim hatalar olarak değerlendirilmelidir.
2015 yılsonu itibarıyla borç stoku 2,9 milyar TL artarak toplam 16,1 milyar TL’ye ulaşmıştır. Bu miktar, GSYİH’nin yüzde 166,6’sına tekabül etmektedir. İç borç stoku GSYİH’nin yüzde 53,5’i seviyesinde 5,2 milyar TL olarak gerçekleşmiş olup dış borç stoku ise GSYİH’nin yüzde 113,1’i seviyesinde 10,9 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.
Bu tablo karşısında Sayın Maliye Bakanı’na seslenmek istiyorum:
Sayın Bakan,
Ülkemizde bugüne kadar siyaset toplumsal hedeflerden kopuk bir şekilde, kişilerin veya zümrelerin taleplerine göre şekillendi. Mütemadiyen çeşitli taleplere onay vermeniz hususunda size baskı düzeyinde beklentiler gündeme gelecektir. Hatta Sayın Başbakan belli konularda size talimatlar verecektir. Sizin göreviniz, Sayın Başbakan’ın bu programın altında imzası olduğunu her fırsatta kendisine hatırlatmak ve mali boyutta hedeflerden uzaklaşılmasının uzun vadede toplumumuza çok büyük zararlar verebileceğini her fırsatta vurgulamaktır.
Siz de uzun yıllardır siyasetin içindesiniz ve ilk kez Maliye Bakanlığı gibi hayati ve ülke koşullarımızda bir o kadar da zor bir görevi yürütmektesiniz. Siyasette uzun yıllardır yer alıyor oluşunuz doğallığında bu zor görev bakımdan sizin güvenilirliğiniz hakkında insanlarımızın iki kez düşünmesine de yol açmaktadır. Bu durumda siz de her adımınızı değil iki, en az dört kez düşünerek atmak gibi bir zorunlulukla karşı karşıyasınız.
Bugünkü yapıda belki eleştirileceksiniz ancak bilmelisiniz ki mali dengeleri altüst edecek her adımınız gelecek nesiller tarafından nasıl anılacağınız hususunda tablonun olumsuz bir seyir izlemesine vesile olacaktır.
Dolayısı ile eğer programa uygun hareket etmek gibi bir niyete sahipseniz, ilk yapmanız gereken iş borç ödeme planını ete kemiğe büründürmek olmalıdır. Talepler karşısında somut konuşabilmeniz bakımından bu sizi oldukça rahatlatacaktır.
Gelirlerimizi artırmamıza rağmen kamu maliyesi olarak daha kat edeceğimiz çok uzun bir yol vardır. Sebebi ise mevcut durumda iç borç faizi dahi ödeyemeyecek pozisyonda oluşumuzdur. Ancak bu durum, kredi faizlerini de ciddi şekilde yukarıya doğru tetiklemektedir. Bu yüksek faizli kredilerle çalışmak durumunda kalan iş insanlarımızın ürettiği mal ve hizmetlerin maliyeti de artmakta ve ithal ürünlerle rekabet edebilirliğimiz azalmaktadır. Bir başka ifade şekliyle bu durum ihracat imkânlarımızı da kısıtlamaktadır. Bu yüksek kredi maliyetleri ile üretilen mal ve hizmetlerin tüketicilere yansıması da haliyle daha yüksek fiyatlarla olabilmektedir. Eğitim ve turizm gibi lokomotif sektörlerde bu yapının ciddi olumsuz yansımaları yaşanabilmektedir. Dolayısı ile bizim esas odaklanmamız gereken ve Maliye Bakanları için başarı ölçütü olarak ele almamız gereken husus iç borç faiz ödemeleridir.
Bu hedefe kilitlenmek siyasi süreçlerde size nasıl bir tavır takınmanız gerektiği ile ilgili yol gösterici olacaktır. Esas olan iç borç faiz ödemesi gerçekleştirebilmektir, geleceğe yatırım yapabilmektir. 2 ay içerisinde kaşla göz arasında 100 milyon TL’yi bulan borçlanma gerçekleştirdiğiniz gerçeğini bir yana bırakıp yeni bir beyaz sayfa açmayı denemelisiniz diye düşünmekteyim.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
İşin mali boyutunda KKTC’nin taahhüt ettiği kamu kesimi borçlanma gereğinin 790 milyon TL’ye ve faiz hariç yerel bütçe açığının 100 milyon TL’ye düşürülmesi bakımından yapılması gerekenler sadece borç ödeme planının hazırlanmasından ibaret değildir.
Yapısal Dönüşüm Programı, üç amaç içermektedir.
Bunlardan birincisi, kamu sektörü ile ilgili yapılması gerekenleri açıklamaktadır.
Diğer ikisi ise finans sektörü ve reel sektör eylemlerini içermektedir.
Kamu sektöründe mali disiplin, hesap verebilirlik ve şeffaflık hedefi, öngörülen üç hedeften sadece bir tanesidir. Diğer iki hedef, kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması ve kamusal hizmetlerde kalitenin artırılması ile alakalıdır.
Mali boyutta hedeflere ulaşabilmek bakımından Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Yasası’nın yürürlüğe konması hayati öneme sahiptir.
Bu yasa bize uluslararası standartlarda bakanlıkların yanı sıra tüm kamu kurum ve kuruluşlarını mali yönetim açısından sınıflandırma, hangi kuruluşların kamu işletmesi hangilerinin genel veya özel bütçeli kuruluş olduğuna bakıp bunların mali yönetim kurallarını düzenleme imkânı sunacak kapsayıcı bir çerçeve mali yönetim yasasıdır. Mali yönetimimizi günün koşullarına uygun biçimde yeniden düzenlememize yardımcı olacaktır.
Mevcut yapıda kamu bütçemizin hazırlanmasında hep bakanlıkların ihtiyaçları belirleyici olmaktadır. Hâlbuki dünyada bütçeler artık imkânlar çerçevesinde hazırlanır. Bu çelişki bizim gibi mali imkânları dar olan bir ülkede Maliye Bakanlığı’nı ve bilhassa Bütçe Dairesi’ni diğer bakanlık ve dairelerle ilişkilerinde çok zor bir pozisyona sokar. Bu yapıdan hepimiz rahatsız olmalıyız çünkü mali kaynakların etkin ve verimli kullanımına gereken önemi verme konusunda çoğu zaman hangi partiden olursa olsun Maliye Bakanları ve ekipleri yalnız hissetmektedir. Maliye Bakanları bazen yıl içinde oluşan yeni taleplerin karşılanması noktasında Başbakanlıkla dahi çatışmak zorunda kalabilmektedir.
Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Yasası ile bütçe hazırlama süreci yenilenecek ve mali konulardaki yükü hep birlikte paylaşmış olacağız. İmkânlar, Maliye Bakanlığı tarafından belirlenecek. Bakanlıklar ise ihtiyaçlarını bu imkân sınırlamaları kapsamında önceliklerine göre sıralayacak. Her yılın ilk 3-4 ayında Maliye Bakanlığı 3 yıllık makroekonomik hedefler ve mali çerçeve taslağını oluştururken diğer yandan daireler kendi görev alanlarıyla ilgili öncelik ve önerilerini geliştirip bakanlıklara iletecek. Bakanlıklar bunları gözden geçirecek ve 3 yıllık öncelik ve önerilerini Nisan ayında Maliye Bakanlığı’na sunacak. Sonraki 2 aylık sürede bütün paydaşları içerecek şekilde sektörlerle görüşülecek ve makroekonomik çerçeve ile sektörel politika ve öncelikler belirlenecek. Maliye Bakanlığı, DPÖ ile birlikte orta vadeli makroekonomik çerçeveyi, sektörel öncelikleri ve mali programı Haziran’da Bakanlar Kurulu’na sunacak ve Haziran sonuna kadar Bakanlar Kurulu kararı ile 3 yıllık Orta Vadeli Program yayınlanacak. Bu program mali çerçeveyi ve temel politikaları içerecek. Toplumsal alanda bir aylık tartışma ve istişarelerin ardından Maliye Bakanlığı Temmuz başında bütçe çağrısını yayınlayacak. Bu çağrı bütçe hazırlanırken kullanılacak temel makroekonomik göstergeler ve sektörel önceliklerin yanı sıra bakanlık ve daire bazında harcama sınırlarını da içerecek. Bütçe çağrısında geçmiş yıllardan gelen politikalar ile yeni önerilen politika ve önceliklerin farklılaştırılması, yeni politikaların maliyet etkisinin belirtilmesi özellikle vurgulanacak. Bakanlıklar bir ay içinde bütçe tekliflerini hazırlayarak Ağustos ayı başında Maliye Bakanlığı’na iletecek. Burada e-bütçe otomasyon sistemi ile süreç hızlandırılacak. İzleyen 2-2,5 aylık sürede bakanlık ve dairelerle müzakereler yürütülecek. Meclis’e sunulmadan önce son veriler ışığında gerek görülmesi halinde bütçe tekrardan güncellenecek, Bakanlar Kurulu’nda gözden geçirilecek ve bir raporla Meclis’e sunulacak. Her yıl 1+2 yıllık tek bir belgenin oluşturulması ve bunun her yıl güncellenmesi hem orta vadeli politika ve harcama çerçevesini oluşturacak hem de politikalarla harcamalar arasındaki bağlantının daha güçlü kurulmasına katkıda bulunacak. Şimdiki yapıda Kasım ayında bazı bakanlar gelip Meclis Komitesi’nde adeta at pazarlığı yaparcasına ilave kaynak temin etmeye çalışıyor. Sadece bakanlar değil, bazen milletvekilleri de gelip siyasi mülahazalarla komitede Maliye yetkilileri ile pazarlığa tutuşuyor. Bir ülkenin bütçesi bu yöntemle hazırlanamaz. İhtiyaçlar değil imkânlar ön planda tutulmalı ve öncelik sırasına göre hedeflerin sıralanması kültürü ile imkânlar hep birlikte en iyi şekilde değerlendirilmelidir. Aksi halde bu süreci bizzat yaşamış bir kişi olarak rahatlıkla iddia edebilirim ki Maliye Bakanlığı, Çin işkencesine dönüşmektedir. Bu yüzden 2 kez Komite Başkanlığı, 1 kez de Maliye Bakanlığı göreviyle bütçe oluşturma tecrübesi yaşamış bir siyasetçi olarak diyorum ki, 3 yıllık bütçe uygulamasına geçişi önemsememiz gerekir.
Bizim önerimizle Yapısal Dönüşüm Programı’na giren bu faaliyet için öngörülen tarih Aralık 2016’dır. Yasa hazırlanmıştır. Sayın Maliye Bakanı ile bu konuda her türlü istişareye hazırız. Bakanlar Kurulu yasayı Meclis’e havale ettiği zaman da gerekli katkıyı yapmaya hazır olacağız.
Bu yasa sayesinde, Orta Vadeli Program hazırlama kültürümüzün de gelişeceğini, biz kendi önceliklerimizi kendi mekanizmalarımız içerisinde toplumsal katılımcılıktan da ödün vermeden belirleyebildiğimiz oranda gerek öz kaynaklarımızı gerekse temin ettiğimiz dış kaynakları çok daha etkin ve verimli biçimde kullanabileceğimizi özellikle vurgulamak isterim. “Kendi programımızı kendimiz hazırlayalım” ve “kaynakların dağılımına biz karar verelim” yaklaşımına uygun bir zemin yaratabilmek bakımından bu yasayı en kısa sürede Meclis’ten geçirmek boynumuzun borcudur.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Mali boyutta hedeflere ulaşabilmek bakımından bir diğer önemli faaliyet ise fonların tasfiye edilmesidir. Bu faaliyet de Aralık 2016’ya kadar tamamlanacak şekilde programda yer almış bulunmaktadır. Bilindiği üzere bütün dünyada fon uygulamalarına son verildiği halde bizde bütçe dışında önemli bir fon büyüklüğü bulunmaktadır. Bu fonlardan bazıları bütçe içi fonlar olarak tanımlanmakla beraber bunların ne ölçüde bütçe içi oldukları belli değildir. Bütçe dışı fonlar ve kuruluşlarla beraber kamu harcamalarının 1/3’ünden daha fazla bir kısmı bütçe dışındadır. CTP-DP hükümeti döneminde bu konuda hazırlanan yasa değişikliklerine karşı çıkan bugünün Maliye Bakanı Sayın Serdar Denktaş’ın halen komitede olan bu düzenlemelere ilişkin Komite Başkanı Sayın Ersin Tatar ile ilk fırsatta görüşmesi, O’nu motive etmesi ve takvime de uygun şekilde gerekli adımların atılması hususunun takipçisi olacağız.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
UBP-DP azınlık hükümetinin program imzalanır imzalanmaz toplumsal haysiyetimizle oynamak pahasına yaptığı en büyük hata, kamu harcamalarının disiplin altına alınması hedefinden uzaklaşması olmuştur.
Meclis’e sevk edilen ve ek mükellefiyet yaratacağı aşikâr olan yasalar ortada dururken, Sayın Başbakan’ın bugün bu Genel Kurul toplantısında söz alıp bu programı övmesi, hükümeti destekleyen milletvekillerinden bu onay yasasına destek talep etmesi nasıl mümkün olacaktır?
Sayın Başbakan, “İmzayı attık, Türkiye’nin bütçeye katkısını sağlayarak bir zafer elde ettik ama programdaki hedeflere ulaşmasak da olur” mu demektedir?
Eğer durum bu ise gerçekten çok büyük bir yanılgı içerisindedir.
Çünkü Türkiye’yi kandırabilirsiniz, Türkiye’nin iyi niyetini suiistimal edebilirsiniz ama gelecek nesiller sizi asla affetmeyecektir.
Programa göre 2015’te yüzde 79,5 olan maaş ve maaş benzeri ödemelerin yerel bütçedeki payının 2016, 2017, 2018 yılları sonlarında sırasıyla yüzde 78, yüzde 76,5 ve yüzde 75’e düşürülmesi gerekmektedir. Buna rağmen UBP-DP azınlık hükümetinin Meclis’e sevk ettiği neredeyse tüm yasalar ve kamuoyu önünde vaat edilen pek çok düzenleme, maaş ve maaş benzeri ödemelerin yerel bütçedeki payını azaltan değil artıran içeriklere sahiptir.
Kamuoyunda büyük yankı yaratan “iki günlük müdür” vakası, tam bir rezalettir. Birkaç ay sonra yaş haddinden emekliye ayrılacak bir kişiyi müdür atayıp iki gün sonra görevden alan hükümet, söz konusu kişiye başlangıçta fazladan 1,140 TL emekli maaşı çekme fırsatı yaratılmıştır. Zamanla emekli maaşı revize edildikçe ve barem skalası değiştikçe bu miktar daha da artmış olacaktır. İki günlük müdürlük görevinden dolayı daha fazla maaş çekme hakkına sahip olacak bu kişiye aynı zamanda emeklilik ikramiyesini de 61 bin TL fazladan alma imkânı yaratılmıştır. Bu rezaleti yorumlarken CTP’nin bu ve buna benzer anomaliler yaşanmasın diye Meclis’e sunduğu yasa önerisinin UBP-DP azınlık hükümeti tarafından reddedildiği de unutulmamalıdır!
Bu konuda Sayın Başbakan’ın doyurucu bir açıklama yapması gerekmektedir. Siyasi olgunluk sergileyip CTP’nin sunduğu yasa önerisine “hayır” demelerinin hata olduğunu ortaya koyması ve bu yasanın biran evvel onaylanması için üzerine düşeni yapması, en azından yanlışlarından dersler çıkarabildiğinin bir göstergesi olacaktır.
Kamu harcamalarını disiplin altına alma kapsamında ek mesai harcamalarının kontrol altına alınması şarttır. Bu konuda biz de kalıcı sonuçlar üretecek şekilde kapsamlı düzenlemeleri hayata geçirememiştik ancak en azından “burada bir sorun var, bu sorunu düzeltmemiz gerekir” tespitini yapabilen bir maliye yönetimi sergileyebilmiştik. Taşımalı eğitim harcamalarına ilişkin de Maliye Bakanlığı’nın hassasiyetlerine rağmen dönemin ilgili bakanlığı gerekli düzenlemeleri hayata geçirme konusunda tutuk davranmış, Maliye Bakanlığı ile istişarelerinde farklı, bakanlar kurulunda farklı konuşan, güven telkin etmeyen bir profil çizmişlerdi.
Bu gibi konularda adım atmak kolay olmamakla birlikte bir hükümetin değişim konusundaki kararlılığını sınamak bakımından bu gibi faaliyetlere ilişkin neler yapıldığını ve yapılacağını izlemek gerekmektedir.
Benzer şekilde kamu kurum ve kuruluşları arasındaki ihtiyat sandığı prim oranlarına ilişkin eşitsizliği ortadan kaldıracak yasal düzenlemelere gitmek de eşitsizliklerden yararlanan kesimlerin göstereceği tepkiler nedeniyle kolay değildir. Programa göre hükümetin Mart 2017’ye kadar bu konuda bir adım atması gerekecektir. Eşitsizlikleri gidermenin formülleri üzerinde sendikalarla sağlıklı bir diyalog kurulması esas olmalıdır. En düşük ihtiyat sandığı prim oranına göre bir düzenlemeye gitmek yerine tüm kamu kurum ve kuruluşlarında ortalama orana göre bir düzenlemeye gidilmesi için hükümetin sendikaları ikna etmesi ve sendikaların da desteğiyle eşitliği sağlaması yerinde olacaktır.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Maliye politikasında giderleri disiplin altına almak kadar hatta ondan da önemli olan gelirleri artırabilmektir. Genel kamu gelirlerinin milli gelirimize oranının yüzde 50’nin üzerinde olması ekonomimizin zayıflığının bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Türkiye’de bu oran yüzde 38 civarlarındadır, ABD’de ise yüzde 33’tür.
“Kamu ağırlıklı rejim” tanımlamasına yol açan bu durumu düzeltmek için ve aynı zamanda bütçe hedeflerine de yakınlaşabilmek amacıyla kemer sıkma politikası uygulamak yerine en doğrusu ekonomiyi büyütmek ve ‘sağlıklı gelir’ diye tabir ettiğimiz vergi gelirlerini artıracak tedbirlere yönelmektir.
2013’te göreve geldiğimizde yüzde 84,1 olan yerel gelirlerin yerel bütçe giderlerini karşılama oranını 3 yılda yüzde 90’ın üzerine çıkarmış olmanın gururuyla, bu alandaki hedefin çok büyük önem taşıdığının altını çizmek isterim. Ne mutlu ki son 3 yıldaki yüksek performansla yerel gelirlerimiz nominal olarak yüzde 60’ın üzerinde, reelde ise yüzde 8,32 artmıştır. Bu artışın büyük oranda dolaysız vergilerden kaynaklandığını yani nitelikli bir artış olduğunu da vurgulamak isterim.
Programa göre ise 3 yılın sonunda bu oranı yüzde 95’e çıkarmamız gerekecektir.
Bunun için Kayıt Dışı Ekonomi ile Mücadele’yi de destekleyecek şekilde e-maliye projesinin çok hızlı şekilde hayata geçirilmesi en öncelikli konu addedilmelidir. Bunun yanı sıra Maliye Bakanlığı’nın bu yıl içerisinde vadesi geçmiş vergi ve diğer kamu alacaklarına tecil faizi uygulamasını başlatması, vergi ödeme seçeneklerini artırarak mükellefleri vergi borçları konusunda bilgilendirme ve bütçeden katkı alan kurumların vergi ve prim borçlarının katkıdan mahsup edilmesini sağlaması gerekecektir. Programa göre Haziran 2016’da yani bu ay içerisinde Muhasebe Denetim Meslek Yasası’nın çıkarılması gerekmektedir. Burada Meclis’e görev düşmektedir. İlgili yasa uzunca bir süredir komite aşamasında beklemektedir. Öyle birkaç toplantıda tamamlanabilecek bir hacme sahip olmadığından takvim de daha ilk aydan delinmiş olacaktır.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Bu program döneminde gündeme gelen yeni bir uygulamanın altını çizmekte büyük yarar görüyorum.
İlk kez bu dönemde reform destek ödeneğinin hangi eylem için ne oranda kullandırtılacağına net bir biçimde programda yer verilmiştir. Bir önceki program döneminde de şartlı reform destek ödeneği vardı ancak hangi eylemin ne oranda destekleneceği programda açıklanmamıştı. Tamamen T.C. Teknik Heyeti’nin inisiyatifinde olan bu konu, spekülasyonlara sebep olmaktaydı. Örneğin su konusunda gerekli adımları 2015 yılı tamamlanmadan atmamız halinde reform destek ödeneğinden ne şekilde yararlanabileceğimiz tam bir muammaydı ve bu durum çalışmalarımızı olumsuz etkilemekteydi. Nitekim Aralık 2015 itibariyle su konusunda adım atmaya çalıştığımızda toplumun farklı kesimlerinden, “13. maaş için suyu sattınız” eleştirisi ile karşılaşmış ve gerek suya ilişkin yapılması gerekenlerin gerekse de 13. maaşı ödemenin bizim görevimiz olduğunu açıklamakta bir hayli güçlükle karşılaşmıştık. T.C.’nin meşru zeminde reform destek ödeneğinden bize sunacağı kaynak bir yönüyle T.C.’nin de başını ağrıtmıştı çünkü o atmosfer içerisinde toplumdan, “Türkiye, 13. maaşları ödemek için bizi su ile ilgili tehdit ediyor” sesleri yükselmişti. Böylesi sağlıksız koşullarda yeni program için en doğrusu yapıldı ve reform destek ödeneği ile eylemler ilişkilendirilerek hangi eylemi tamamladığımızda ödenekten hangi miktar tutarında yararlanabileceğimize de programda yer verilmiş oldu. Ancak yine örneğin takvimin aşılması halinde ödeneğin kullandırılıp kullandırılmayacağı ve benzeri muğlaklıklar halen mevcuttur ve bu durum T.C.’ye belli mükellefiyetlerini yerine getirip getirmeme hususunda bir alan yaratabilmektedir.
Her halükarda hükümetin programdaki eylemleri zamanlama unsuruna da riayet ederek hayata geçirme konusunda hassas davranması ve bu konuda iyi organize olması gerekmektedir. Bugün protokolün onay yasasını görüşürken dahi programın takvime de bağlı kalınarak uygulanmasını sağlama görevinin tam olarak hangi bakana tevdi edildiği bilinmemektedir. Eğer Sayın Başbakan bu görevi doğrudan kendisi yürütmekteyse ortada büyük bir ciddiyetsizlik vardır demektir çünkü bugüne kadar Sayın Başbakan’dan programın içeriğine, nasıl yürütüleceğine ve hangi prensiplerle hareket edildiğine dair hiçbir açıklama gelmiş değildir. Bir başka deyişle, Sayın Başbakan’ın programa ne düzeyde hâkim olduğu konusunda hiçbir veriye sahip değiliz ve bu durum haliyle hükümetin programı uygulama konusundaki ciddiyetinin de sorgulanmasına yol açabilmektedir.
Dahası, azınlık hükümetini destekleyen UBP’li bir milletvekili, programda yer verilen hedeflere ulaşabilmek için yoğun çalışmalar yürütmek gerektiğinden hareketle, bazı faaliyetlerin seçim sonrasına ötelenebileceğine dair görüşlerini kamuoyu ile paylaşmıştır. Bu da göstermektedir ki UBP-DP azınlık hükümetini Meclis’te destekleyen Milletvekilleri, program konusunda ciddi ve kararlı bir ekip şeklinde hareket edememektedir.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Siyasi kararlılık ve ciddiyet yönünden güven telkin etmeyen azınlık hükümetinin bu programı uygulayabilmek için kamuda gerekli kapasiteyi oluşturmanın önemini kavrayıp kavramadığı da merak konusudur.
Azınlık hükümetinin programı görüşülürken şu tespiti yapmıştım:
“Yönetmekten sorumlu olduğumuz sistemimizde politika oluşturma, bu politikaları hayata geçirme, stratejik planlamalar yapma ve bu stratejik planları çok boyutlu bir anlayışla yürütme kapasitemiz yok denecek düzeydedir. Başlıca misyonu bu olması gereken Başbakanlık’ta bu kapasite maalesef mevcut değildir. Bu nedenle yapısal dönüşüm konusunda ciddi ve kararlı bir hükümetin olup olmadığını anlamak için ilk değerlendirilmesi gereken husus söz konusu boşluğu doldurmaya dönük ne gibi bir yol haritası oluşturulduğudur. Maalesef UBP-DP azınlık hükümetinin programında bu kapsamda hiçbir açıklayıcı unsura yer verilmemiştir. Eğer bu konuda kafa yorulmamışsa, niyet yapısal dönüşümü sağlamak falan değildir demektir. Bu bakımdan hükümet programının kendi kendini ele veren bir içeriğe sahip olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Tam da bu ihtiyaca binaen gündeme gelmiş olan yeniden yapılanma çalışmaları kapsamındaki DPÖ’nün dönüştürülmesi fikrine ilişkin olarak hükümet programında yer verilen popülist ifadeler ürkütücüdür. Mesele DPÖ’nün desteklenip desteklenmediğine indirgenmekte, yapısal dönüşümün lokomotifi olması beklenen yeni yapılanmalar tamamen göz ardı edilmektedir. Kuşkusuz DPÖ’nün de Başbakanlık’taki yapısal dönüşüm süreçlerini yönetme amacını taşıyacak yeniden yapılanma çabaları kapsamında değerlendirilmesi mümkündür. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, zaten hantal olan kamu yapılanmamızda kamuyu daha da büyütecek ve hantallaştıracak bir anlayışla hareket edilmemesidir. Bu hassasiyeti taşımayan ve sırf DPÖ ile ilgili toplumda birtakım itirazlar yükseldi diye büyük resmi de göz ardı ederek ortaya konan hükümet anlayışı, yapısal dönüşümün ruhuna aykırıdır ve Başbakan başta olmak üzere bu hükümete onay verecek olanların kamu sektöründeki yapısal dönüşüm ihtiyacının kök nedenlerini kavramaktan çok uzak olduklarının önemli bir göstergesidir”.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Gelinen aşamada bu görüşlerimin değişmediği üzücü de olsa paylaşmak isterim.
Programda yapılan yeni düzenlemelerin ardından DPÖ’nün lağvedilmeyeceği büyük bir başarı olarak topluma takdim edilmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki program takvimindeki tarihleri beklemeksizin çok acil bir şekilde, ilk iş olarak, kamudaki kapasite sorununun üzerine gidilmeliydi.
2016 bütçesinde yer verdiğimiz Başbakanlık’taki sözleşmeli kadrolar bu hükümet döneminde tam bir saatli bombaya dönüşmüştür. Bu kadrolar programda yer verildiği şekilde tüm bakanlıkların kuruluş, görev ve yetkileri yasaları çıkarılmadan, Başbakanlık Kuruluş, Görev ve Çalışma Esasları Değişiklik Yasası ve DPÖ Değişiklik Yasası hazırlanmadan kullanılırsa, bu kadroların öngörüldüğü şekilde kamuda bir beyin takımı gibi çalışacak nitelikli personel istihdamı için değil UBP-DP zihniyetiyle, yandaşların istihdamı için değerlendirildiği ortaya çıkacaktır. Bu olasılığı göz önünde bulundurarak ilgili tüm yasaların Mart 2017’yi beklemeden hazırlanmasını ve Meclis’e sevk edilmesini takip etmek biz milletvekillerinin önemli bir görevidir.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Nitelikli ekonomik büyümeyi sağlamak için gerekli istatistiklerin hızlı, geçerli ve güvenilir biçimde üretilebilmesi gerekmektedir. Yapısal Dönüşüm Programı’nda İstatistik Kurumu Yasası’nın Aralık 2016’da çıkarılacağı hedefine yer verilmiştir. Bu konuda da hükümet ve Meclis’in takvime bağlılığını izleyip değerlendireceğiz.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Bizim görevde olduğumuz 3 yıl boyunca Ercan meselesi gerek DP gerekse UBP’nin yaklaşımları nedeniyle tam bir keşmekeşe dönüşmüştür. Önce Serdar Denktaş’ın ihaleyi kazanan şirketle kavgalarını sonrasında da bakanlık binalarında viski içip kutlama yaptıklarını basından takip ettik. Daha sonra ise CTP-UBP döneminde gündeme gelen kontrolörlük tartışmalarında sözleşmeye ilişkin detayların ilgili bakan tarafından dahi çok sonraları öğrenildiğini, bu gibi sözleşmelerin devlet adına takibini yapabilecek kapasiteden yoksun olduğumuzu tespit etmiş olduk. Bunun üzerine Ercan Sözleşmesi ve benzeri kamu-özel işbirliği sözleşmelerinin etkin takibini yapacak bir birim oluşturma kararı aldık. Yapısal Dönüşüm Programı’nda bu birimin Mart 2017’ye kadar kurulacağı öngörülmektedir. İzleyip değerlendireceğiz.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Yapısal Dönüşüm Programı’nda kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması kapsamında yerel yönetimler reformuna da yer verilmiş olması dikkatlerden kaçmamalıdır. Uzun yıllardır yerel yönetimlerimizin idari ve mali yönden sürdürülebilir bir yapıya kavuşturulmasının önemini konuşmaktayız ancak bir türlü gerekli adımları atabilmiş değiliz.
Biz Türkiye’den taşınan suyu da fırsat bilerek entegre su kaynakları yönetimi reformu kapsamında kamunun üzerine düşen görevleri layıkıyla yerine getirebilmesi adına Su Kurumu’nu kurmayı öngörüyorduk. Bununla eş zamanlı olarak yerel yönetimler reformunu hayata geçirecektik. Böylelikle su alanındaki yeni yapıda yerel yönetimlerin sıfır maliyetle su satışından elde edecekleri gelirlere başka birtakım gelirleri daha ilave edip belediyelerin mali yönden sürdürülebilir yapıya kavuşmasını öngörmekteydik.
Oluşan yeni konjonktürde yerel yönetimler reformu ile ilgili mevcut hükümetin nasıl bir yaklaşım içerisinde olacağını görmek istiyoruz. Nitekim Yapısal Dönüşüm Programı’nda öngörülen tarih Aralık 2016’dır ve hükümetin önümüzdeki 5 aylık süreyi çok iyi değerlendirmesi gerektiği çok açıktır. İlgili bakanlığın birçok paydaşı ilgilendiren bu reformun sosyal süreçlerini de göz önünde bulundurarak bir yol haritası hazırlayıp hazırlamadığını bilmek istiyoruz.
Bildiğiniz üzere 2015 yılı sonunda oybirliği ile Belediyeler Yasası’nda bir değişikliğe gitmiştik. Bu sayede 2016 yılı itibariyle çalışanların Sosyal Güvenlik katkıları yani Sosyal Sigorta ve İhtiyat Sandığı yatırımları ve çalışanlardan kesilen gelir vergilerinin yani payelerinin ilgili kurumlara ödenmesi sağlanmıştı. Yasal düzenlemeye göre bu ödemelerin gerçekleşmemesi halinde ise Maliye Bakanlığı tarafından devlet katkısından kesilmesi öngörülmekteydi. Bu uygulama halen devam etmektedir.
Bazı belediye başkanları bu kesintilerin yapılmasını eleştirmektedir ancak bize göre esas eleştirilmesi gereken husus, uzun yıllar boyunca çalışanların gerek çalışma yaşamına devam ederken gerekse emeklilikleri döneminde yatırımlarının düzgün bir şekilde yapılmamış olmasıdır. Normalleşmeyi yadırgayarak, normalleşme hamlelerini siyasi maksatlarla topluma şikâyet ederek kimse bir kazanç elde edebileceğini aklından dahi geçirmemelidir. Bunun sosyal devletin bir gereği olduğu göz önünde bulundurulduğunda, çalışanları koruma amacıyla atılmış adımların eleştirilmesi, üstelik de solcu diye bilinen belediye başkanınca eleştirilmesi manidardır.
Aynı durum çalışanlardan kesilen paye yani gelir vergisi için de geçerlidir çünkü devletlerin sunması beklenen temel hizmetlerin ana finansman kaynağı vergilerdir. Üzülerek belirtmek gerekir ki eksiksiz olarak bu mükellefiyetlerini yerine getiren belediye sayısı sadece yedidir. Dört belediyemizin Sosyal Güvenlik kurumlarına borcu olmamakla birlikte çalışanlardan gelir vergisini kesmiş olmasına rağmen kamu maliyesine ödemediği gelir vergisi borçları bulunmaktadır. Tam 17 belediyemizin ise ciddi miktarlarda Sosyal Sigorta, İhtiyat Sandığı ve Gelir Vergisi borçları bulunmaktadır.
Bu aşamada belirtilmesi gereken bir diğer nokta ise bu belediyelerimiz çalışanlarından söz konusu kesintileri yapmış olmalarına rağmen yani bir anlamda beledi hizmetlerde bu kaynağı finansman olarak kullanma imkânı bulmuş olmalarına rağmen maaş ödemelerinde bile ciddi sıkıntılar yaşadıklarıdır. Bu çok acı bir gerçektir. Üstelik belediyelerimizin söz konusu borçlarının yanı sıra finansman kuruluşlarına da ciddi miktarlarda borcu bulunmaktadır. KIBTEK’e olan borçlar da ciddi boyutlardadır.
İşte bu koşullarda, 2015 sonu itibariyle, belediyelerimizin mali yönden sürdürülemez olan yapısını ve ciddi borçlarını göz önünde bulundurarak önceliği çalışanların sosyal güvenlik yatırımlarına vermek koşuluyla belediyelere devlet katkısını yerel gelirlerin yüzde 8,5 oranından yüzde 9,25 oranına çıkarmış olduk.
Son 3 yılda bütçe büyüklüğünün yüzde 37,25 ve yerel gelirlerin yüzde 33,48 arttığı dikkate alındığında belediyelerin aldığı devlet katkısının ciddi oranda yükseldiği iddia edilebilir. Bu dönemde yerel yönetimlere ayrılan devlet katkısındaki büyüme yüzde 50,29 olmuştur. Buna rağmen birçok belediye cari ayın sosyal güvenlik ve gelir vergilerini bile ödeme kabiliyetinden uzaktır. Bu veriler bize belediyelerin gider olarak aşırı büyüklüğe ulaştığını göstermekte olup sürdürülebilir bir yapıda olmadıkları tespitine yol açmaktadır.
Programda Aralık 2016 tarihine kadar Belediyeler Yasası’nın geçirilerek belediye sayısının düşürüleceği belirtilmektedir. Ülkemize Türkiye Cumhuriyeti tarafından getirilen suyun geçiş döneminde tonu 2,3 TL’den verilecek suyun toplam bedelinin belediyeler tarafından ödenmemesi halinde belediyelere verilen aylık katkıdan kesilmesi öngörülmektedir. Belediyelerin mevcut mali durumunu, tahsilat oranlarını ve su kaçak oranlarını göz önünde bulundurduğumuz zaman ciddi bir kaos yaşanacağı çok açıktır. Bu nedenle programda da yer aldığı şekliyle norm kadroların belirleneceği, gelirlerin artırılacağı gibi yüzeysel faaliyetlerin içeriği ivedi şekilde somut açılımlarla netleştirilmeli ve hükümet tarafından belediye sayısının azaltılması aşamasında birleştirilecek belediyelerin tüm aktif ve pasifleri masaya yatırılarak mali durumları konsolide olarak ortaya konmalıdır. Aksi takdirde yasa Aralık 2016 tarihinde geçirilse dahi uygulama aşamasında yani 2018 yılında çok daha büyük sıkıntılar ortaya çıkacaktır. Çünkü halen yürürlükte olan Belediyeler Yasası’na göre tüm belediyeler Ocak 2016 itibariyle cari mükellefiyetlerini yerine getirirken geçmiş yılların borçlarıyla ilgili olarak borçlu bulundukları kurumlara müracaat edip bu borçları 20 yılı aşmayacak süreler için yapılandırmak zorundadır. Bu borçların yapılandırılması özellikle çok ciddi açıkları olan Sosyal Sigortalar ve likit olma noktasında İhtiyat Sandığı açısından önemlidir. 2015 sonu itibarıyla Sosyal Sigortalar’a 86 milyon TL ve İhtiyat Sandığı’na 92 milyon TL olan toplam borçların yapılandırılması önemli iken gelir vergisi yani paye borçlarının yapılandırılmasını da önemsizleştirmememiz gerekir. Nitekim 2015 sonu itibarıyla kamu maliyesine olan bu borcun miktarı da 108 milyon TL’dir.
Tüm bu nedenlerle yerel yönetimler reformunun pek çok kurumu da doğrudan etkileyecek çok önemli ve geciktirilmemesi gereken bir reform olduğunun altını çizmekte yarar vardır.
Bu konuda belediyelerimizle birlikte hükümeti yakından izleyip kaş yapayım derken göz çıkarmasını engelleyecek şekilde etkili ve sorumlu bir muhalefet yürüteceğimizden kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Yapısal Dönüşüm Programı’nda kamu personel sistemimizin yeniden yapılandırılmasına ilişkin tüm faaliyetler 2016 yılında tamamlanacak şekilde zamanlanmıştır. Yıllardır üzerinde çalıştığımız Kamu Görevlileri Yasası’nın Ekim 2016’da geçirilmesi hedeflenmektedir. Çalışma saatlerinin düzenlenmesi de aynı tarihte öngörülmektedir. Eğer hükümet bu takvime göre tüm faaliyetleri gerçekleştirmeye odaklanırsa biz üç yıldır her düzeyde ortaya koyduğumuz yaklaşımlarla tutarlı olacak şekilde bu sürece katkımızı esirgemeyeceğiz.
Programda açık ifadelerle üçlü kararname ile gerçekleştirilen siyasi atamaların sayısının birçok ülke örneğinin üzerinde olmasından dem vurulmaktadır. UBP-DP azınlık hükümeti henüz iki ayını doldurmadığı halde bu konuda programla da çelişecek şekilde tarihe mal olacak icraatlar gerçekleştirmiştir. “2 günlük müdür” vakasının yanı sıra kamudaki memuriyet yaşamını Telefon Dairesi’nde geçiren birisi Tarım Bakanlığı gibi sorunlar yumağı diye tabir edilebilecek, vizyoner proje liderliğine ihtiyaç duyulan bir bakanlığa atanmıştır. Üstelik bu atama yapılırken Tarım Bakanlığı’nda yine UBP döneminde atanan müşavir pozisyonunda kişiler bulunduğu da unutulmamalıdır. Hakeza, Orman Dairesi Müdürlüğü’ne atanması düşünülen öğretmenin durumu ve bunun gibi birçok atama işe göre değil tamamen partizanca ve menfaat dağıtma zihniyeti ile yapılan atamalardır. Bu eleştirileri sadece biz değil pek çok meslek örgütü ve hükümetteki partilere yakın geçmişe kadar çok etkili hizmetleri bulunan ve bu hükümetin kurulmasını destekleyen örneğin Özer Kanlı gibi kişiler de yapmaktadır.
Programda açıklıkla karmaşık hizmet sınıflarının, kişiye özel oluşturulan kadroların ve kurumlara hiçbir söz hakkı verilmeden düzenlenen sınavların kamu görevine atanma ve yükselmelerdeki bilgi ölçme ve değerlendirmeyi büyük ölçüde etkisizleştirdiği üzerinde durulmaktadır. Sayın Başbakan 27 Mayıs’ta yani tam bir aydan daha az bir süre önce bu protokole imza atmıştır. İmzayı çaktığına göre Sayın Başbakan da bu konuda aynı fikirdedir. CTP, bu sıkıntıyı ortadan kaldırmak için Kamu Hizmeti Komisyonu Yasası’nın düzenlenerek daha demokratik ve uzmanlaşmış sınav kurullarının hayata geçirilmesini öneriyor. Sizden de bu konuda hızlı bir biçimde gereğini yapmanızı beklemek sanırım hakkımızdır.
Diğer yandan, haftalık çalışma saatlerinin 40 saat olacağına ve yaz mesaisinin azami 3 ay olacağına programda yer verilmiştir. CTP-DP hükümeti döneminde Başbakan Yardımcısı Sayın Serdar Denktaş’ın kamudaki yetkili sendikalarla bu konu özelinde karşılıklı imzaladığı bir protokol vardır. Bu protokol, mevcut çalışma saatlerinden bile daha az çalışma saati içermektedir. Sayın Denktaş bugün yine Başbakan Yardımcısı olarak görev ifa etmektedir. Sendikalarla imzaladığınız protokolü hayata geçirecek misiniz Sayın Denktaş? Türkiye ile karşılıklı imzaladığınız protokoldeki tespitler mi yoksa sendikalarla imzaladığınız protokollerdeki tespitler mi sizin için öncelikli olacaktır? Sanırım bu ve benzeri çelişkileri tespit etmek ve soru yöneltmek bizim görevimizdir. Siz de bu sorulara doyurucu yanıt verebildiğiniz oranda halk nazarında saygınlık kazanacaksınız.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Türkiye Cumhuriyeti’nin önerisi ile programa eklenen her yıl 20 kamu görevlisine Türkiye’de staj ve eğitim imkânı sunulması bize göre nitelik bakımından kamumuzun kapasitesinin artmasına hizmet edecektir. Bu imkânın altı aylık süreler için kamu çalışanlarımıza sunulacağı dikkate alınarak 2016 yılı için isimlerin nasıl belirleneceğinin, bu konuda şeffaf bir değerlendirme mekanizması kullanılıp kullanılmayacağının en hızlı biçimde açıklığa kavuşturulmasında büyük yarar görmekteyiz.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Kamu yönetiminin etkinliğinin ve verimliliğinin artırılması amacı altında yer alan üçüncü hedef ise kamusal hizmetlerin kalitesinin artırılmasıdır.
Bu hedef ışığında mahkemelerin işlerliğinin güçlendirilmesi, sağlıkta yapısal dönüşüm, sosyal güvenlik sisteminin aktüeryal dengesinin sağlanması, eğitim sisteminde kaynakların verimli kullanılması ve eğitimin ülke ihtiyaçlarına göre yönlendirilmesi ve e-devlet programının hayata geçirilmesi ile ilgili faaliyetlere yer verilmiştir.
Bilindiği üzere başta eğitim, sağlık ve yargı olmak üzere kamunun hizmet yürüttüğü alanlarda toplumumuzun siyasetten beklentileri oldukça yüksektir. Bunun farkında olan başta bakanlar olmak üzere tüm siyasetçiler ve yargı mensupları, bu gibi alanlarda sürekli ek bütçe gerektirecek taleplerde bulunabilmektedir.
Diğer yandan ise konuşmamın birinci kısmında açıklamaya çalıştığım üzere KKTC kronikleşmiş bir mali krizle boğuşmaktadır ve dahası Türkiye ile imzalanan protokolde yer alan mali hedeflere ulaşabilmek uluslararası alanda adeta bir haysiyet mücadelesine dönüşmüştür.
Bu koşullarda en akıllıca yaklaşımın Yapısal Dönüşüm Programı’na odaklanmak ve 2018 sonuna kadar yaşanacak süreçte program amaçlarına ulaşmak olduğunun altını çizmekte yarar vardır. Bu alanda başarıya ulaştıkça elde edilecek reform destek ödenekleri ile ilave birtakım işlerin de yapılması elbette mümkün olabilecektir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin bu protokoldeki taahhütleri ışığında bize her yıl sunduğu hibe ve krediler dışında ilave kaynak temini için bakanların Lefkoşa ile Ankara arasında sürekli mekik dokumaları son derece itici ve aynı zamanda programlara bağlı siyaset yürütemeyen toplum imajı oluşturmamıza sebep olan bir davranış biçimine dönüşmüştür.
Toplumsal vizyona bağlı şekilde ve Türkiye ile karşılıklı taahhütler çerçevesinde üç yıl için belirlenen destek mekanizmasını en etkin ve verimli biçimde değerlendirebilen bakanlar başarılı addedilmelidir. Başbakanı da aşarak ve adeta Türkiye ile ilişkilerin nasıl yürüdüğünden habersiz olduğunu ilan edercesine bakanların sürekli Ankara’da temaslarda bulunup kaynak talebinde bulunması onların başarılarına hiçbir biçimde etki etmeyecektir.
Kamusal hizmetlerin kalitesinin artırılması ile ilgili faaliyetleri bu düşünceler ışığında değerlendirmek gerekir.
Mahkemelerle ilgili taslak programda yer alan kimi unsurlara itiraz eden Yargı mensuplarının kaygılarını giderecek şekilde programa son şeklinin verilmesini memnuniyetle karşılamaktayız.
Sağlıkta yapısal dönüşümü mümkün kılacak 5 yasal düzenlemenin takvimde belirtildiği şekilde Aralık 2017’ye kadar bekletilmesi gerekmemektedir. En hızlı şekilde bu yasaların geçirilmesi ve uzun yıllardır devam eden sağlıkla ilgili tartışmaların yeni bir safhaya taşınması büyük önem taşımaktadır.
Sağlıkla ilgili eylemin ilke ve esaslar başlığı altında şöyle bir ifadeye yer verilmiştir:
“Bu eylemin gerçekleştirilmesinde bütçe imkânları dikkate alınacaktır”.
Görevde olduğumuz dönemde sağlıkta yapısal dönüşüm için yıllık 100 milyon TL’lik ilave bir bütçeye ihtiyaç duyulacağını saptamıştık. Bu kaynağın bizim bütçe imkânlarımızla ve sağlığa ayrılan yıllık bütçenin 100 milyon TL artırılması yoluyla karşılanamayacağı ortadadır. Sistemin finansmanı konusunda çok ciddi bir çalışma yürütülmesi gerektiği çok açıktır. Burada kestirme bir yaklaşımla “finansman açığını Türkiye karşılayacak” şeklinde bir tavır içerisine kesinlikle girilmemelidir. Türkiye’nin önümüzdeki üç yılda bize sunacağı hibe ve krediler bugün onay yasasını görüşmekte olduğumuz protokolde açıklıkla belirtilmiştir. Türkiye bize üç yılda 3,5 milyar TL’ye kadar hibe ve kredi sunacaktır. Bütçe hedeflerinin tutturulabilmesi için ise yıllık 1 milyar TL civarında desteğe ihtiyaç duyulduğu bilinmektedir. O halde sağlık alanı özelinde yeni bir uluslararası sözleşme imzalamadan bu konuda Türkiye adına vaatte bulunurcasına söylemlerde bulunmak hem kendi toplumumuzda hem de Türkiye adına bu protokolü izleyenlerde yaratacağı izlenim açısından ciddi sakıncalar içermektedir.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Sosyal güvenlik sistemimizin hali içler acısıdır. Yıllık bütçe açığı devlet katkısı hariç 90 milyon TL’dir. 230 milyon TL borç söz konusudur. Diğer yandan emeklilik döneminde huzurlu yaşamak herkesin hakkıdır. Ancak sosyal güvenlik sistemimizin bu yapısının bugün yatırımlarını düzenli şekilde gerçekleştiren 20’li, 30’lu hatta 40’lı yaşlarındaki çalışanların huzurunu kaçırdığı bilinmelidir. Çünkü çok açıktır ki bu sistem sürdürülebilir değildir ve batacaktır. Bu konudaki kaygıları gidermemiz gerekmektedir. Bu bakımdan aktüeryal dengeyi sağlayacak idari tedbirlerin biran önce alınması ve kayıt dışı işgücünün kayıt altına alınmasına ilişkin denetimlerin artırılması yerinde faaliyetler olarak değerlendirilmelidir. Bu alanlarda hükümetin performansını yakından takip etmeye devam edeceğiz. Programda yer verilen ve Aralık 2017’ye kadar tamamlanması öngörülen yasal düzenlemelere ilişkin faaliyetin ise sosyal paydaşlarla birlikte şekillendirilmesi yerinde olacaktır. Hiç kuşku yok ki ilke ve esaslar başlığı altında ifade edildiği şekliyle emeklilik yaşının yükseltilmesi tüm dünyada olduğu gibi bizde de çeşitli tepkilere yol açacaktır. Bu noktada hükümete görev düşmektedir. Çalışma Bakanı’nın performansı bu bağlamda değerlendirilecektir. Sosyal paydaşlarla diyaloğu koparmadan ve birtakım açılımlarla ortak noktada buluşmayı hedefleyerek süreci yönetirse, Sayın Bakan zor olanı başarabilecektir. Aksi takdirde ya aktüeryal dengenin sağlanmasına ilişkin yasal düzenlemeler başka bahara kalacaktır veyahut da seçime kısa bir süre kala ciddi eylemler gündeme gelecektir.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Yapısal Dönüşüm Programı’nda eğitim hizmetlerinin kalitesini artırmaya dönük hiçbir hedefe yer verilmemekte, sadece önümüzdeki iki ay içerisinde Ağustos 2016’ya kadar eğitim eylem planının hazırlanarak yürürlüğe konacağından söz edilmektedir. Bu bakımdan eğitimin niteliğini artıracak ne gibi düzenlemelere gidileceği hususunda top tamamen Eğitim Bakanlığı’ndadır. Ne var ki eğitim programlarına yapılacak müdahalelerin böylesi kısa sürede somutlaştırılması da mümkün görünmemektedir. Öyle anlaşılıyor ki eylem planı büyük oranda eğitimin kalitesinin nasıl artırılacağına ilişkin çalışmaları başlıkları itibariyle belirginleştiren ve bir takvimle bu çalışmaların hayata geçirileceğini ortaya koyan bir metinden ibaret olacaktır. Tabi eğer çıkarılırsa. Eğitime ilişkin programda yer alan tüm diğer faaliyetler eğitime ayrılan yıllık bütçenin daha verimli kullanılmasını sağlamaya dönüktür. Her yıl öğrenci sayısı artmasa dahi sistemin mevcut personel politikasıyla yürütülebilmesi için ihtiyaç duyulan öğretmen istihdamlarının önüne geçebilmek adına norm kadroya geçiş öngörülmüştür. Bu faaliyetin de Ağustos 2016’da tamamlanacağı belirtilmektedir. Tüm bu konuların sosyal paydaşlarla birlikte masaya yatırılması ve katılımcı bir anlayışla hayata geçirilmesi bizce büyük önem taşımaktadır.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Yapısal Dönüşüm Programı’nın üç amacından ikincisi, finans sektörünün yapısının güçlendirilmesi ve ekonomik kalkınmaya katkısının artırılmasıdır. Bu amaç kapsamında üç eyleme yer verilmiştir. Her üç eylem altında yer alan faaliyetlerin tümü de Sayın Zeren Mungan’ın Maliye Bakanlığı döneminde hazırlanmış, Meclis’e sevk edilmiş veya sevk edilmeye hazır durumdadır. Dünyada yaşanan gelişmeler ışığında bankacılık mevzuatının günün ihtiyaçlarına göre gözden geçirilmesi ve yeni düzenlemelerle desteklenmesi, 2000 ve 2001 yıllarında yaşanan bankacılık krizinden sonra hayata geçirilen reformlarla yakalanan istikrarın devamlılığı bakımından bizce önemlidir. Faktoring, finansal kiralama ve finansman şirketlerinin faaliyetlerinin uluslararası standartlara uygun olarak düzenlenmesi ve suç gelirlerinin aklanması ve terörizmin finansmanının önlenmesi konusunda uluslararası standartlar çerçevesinde ilgili yasanın gözden geçirilmesi de birer ihtiyaçtır. Bu düşüncelerle prensipte hükümetin gerekli duyarlılığa sahip olması halinde KKTC Bankacılık Yasası’nın değiştirilmesi, Tasarruf Mevduatı ve Finansal İstikrar Fonu Yasası’nın değiştirilmesi, KKTC Faktoring, Finans Kiralama ve Finansman Şirketleri Yasası’nın çıkarılması ve Suç Gelirlerinin Aklanmasının Önlenmesi Yasası’nın değiştirilmesi konularında CTP ilgili komitelerde gerekli katkıları yapmaya hazırdır.
Ancak bu noktada Bankacılık Yasası’nı düzenlerken enine boyuna tartışılması gereken çok hassas bir konuya dikkat çekmek istiyorum.
Programda, doğru bir biçimde bankacılık mevzuatının günün ihtiyaçlarına göre yeni düzenlemelerle desteklenmesi üzerinde durulmakta ve küresel finans krizine de atıfta bulunulmaktadır.
Her sektörde dönemsel olarak krizlerin yaşanması doğaldır. Örneğin iklim koşulları nedeniyle tarım sektöründe bir kriz yaşanması her zaman olasıdır veya zaman zaman arz – talep değişimlerinden dolayı ticarette, sanayide ya da günümüzde petrol ve türevlerinde olduğu gibi bazı emtiaların kısa sürelerde astronomik fiyat değişiklikleri ile ekonomiyi olumlu veya olumsuz yönde etkilemesi ile krizler yaşanabilmektedir. Bu gibi krizler istikrarı olumsuz yönde etkilerken aynı zamanda fırsatlar da doğurabilmektedir. Örneğin talep azlığı nedeniyle tarımsal bir ürünün üretiminin azaltılması ve başka bir ürüne geçilerek ürün çeşitliliğinin sağlanması, sanayide rekabet edebilirliği az olan bir sektörden çıkılıp başka bir sektöre geçilmesi gibi…
Lakin finansal bir kriz, krizlerin en kötüsü olarak değerlendirmektedir. Bugün tüm dünyada kur savaşları denen bir savaş yaşanmaktadır. Birçok ülke para biriminin yabancı para birimlerine göre değerini düşürmekte, ithalatını pahalılaştırarak ihraç ürünlerinin dış pazarlarda rekabet edebilirliğini sağlayıp dış ticaret fazlası vermeyi hedeflemekte, dolaylı olarak ise ülke içerisindeki üretimi artırarak istidam ve bunun sonucu olarak GSYİH’nın artmasıyla ülkenin genel refah seviyesinin artırılmasını sağlamaya çalışmaktadır. Ülkeler para birimlerine ilişkin merkez bankaları aracılığıyla para piyasalarındaki mevduat ve kredi faiz hadlerini belirleyip yönlendirmektedirler. Bunun en güncel örneği ABD’dir. Tüm dünya Amerikan Merkez Bankası FED’in önümüzdeki dönemde faiz oranlarını ne zaman ve ne oranda yükselteceğine odaklanmıştır. Tüm dünyada olduğu gibi gelişmekte olan ülkelerdeki finans kuruluşları hatta büyük şirketler de uluslararası ihaleye çıkıp yurt dışından sendikasyon kredileri alıp kendi ülkelerinde bu kaynakları kredi olarak iç piyasaya vermektedir. Bu kaynaklara yönelmelerinin nedeni ise yabancı para birimleri üzerinden alınan kredilerin maliyetinin, yerel para birimi üzerinden mevduat toplamanın finansman maliyetinden daha düşük olmasıdır. Türkiye’de faaliyette olan ve ülkemizde de şubeleri bulunan bankalar da vermiş oldukları kredilerin finansmanı için bunu yapmaktadır. Yerel banka olarak tanımlayabileceğimiz kamu bankalarımız ve sadece KKTC’de faaliyette bulunan özel bankalarımızın finansman kaynağı ise sadece iç piyasadan topladıkları mevduatlardır. Bunun sonucu olarak yerel bankalarımızın T.C. bankalarıyla eşit koşullarda finansmana erişim imkânına sahip olduğunu söylemek mümkün olamamaktadır. Bu nedenden dolayı bankaların öz kaynaklarını artırmaktan kaçınmamız mı gerekir? Hayır, tam aksine bu konuda AB normlarına göre gerekli düzenlemelere gidilmeli, tüm finans kuruluşlarında gerekli denetimler yapılmalı, kredi veren kooperatif kuruluşları yanında tüm finans şirketleri de denetlenmeli ancak mevduat garanti sigorta kapsamının AB ve uluslararası standart ve normlarına uygun bir şekilde düzenlenmesinin sıkıntılı bir konu olduğu gözlerden kaçmasın.
Yerel bankalarımızın sermaye yapılarının şube bankalarına göre daha zayıf olduğu ve en önemlisi de finansmana erişim noktasında uluslararası piyasalardan sendikasyon kredisiyle finansman sağlama açısından imkânları olmaması nedeniyle maliyetlerinin şube bankalarına göre daha yüksek olduğu bir gerçektir. Hali hazırda ülkemizde 20 bin Euro ve karşılığı tutarındaki her mevduat hesabı garanti kapsamındadır. 2013-2015 dönemini kapsayan Sürdürülebilir Ekonomiye Geçiş Programı’nda öngörüldüğü şekliyle yerel finans kuruluşlarımızın öz kaynakları güçlendirilmeden ve şube bankaları gibi finansmana erişim noktasında yurtdışından kaynak temin edebilmeleri sağlanmadan mevduat garanti kapsamı belirlenecek miktar ışığında gerçek kişilerin tüm hesaplarının toplamının garanti edilmesi öngörülecekse bunun finans sektöründe ciddi sıkıntı yaratacağı bilinmelidir. Böylesi bir düzenleme bankalar arasında çok hızlı mevduat kaymasına neden olacaktır. Bu durum haliyle finans sektöründe istenmeyen krizlere sebebiyet verecek, özellikle küçük kooperatifleri olumsuz yönde etkileyecektir. Bankacılık sektörünün ülke istihdamında hali hazırda önemli yer tuttuğu da bilinmektedir. Dolayısı ile açıklamaya çalıştığım gibi finans sektöründeki krizler, diğer krizlere benzememektedir. Yerel bankalarımızın dış finansman erişim imkânlarının olmadığı, kendi para birimimizin olmaması nedeniyle gerçek anlamda para politikası uygulama imkânına sahip olmadığımız koşullarda özellikle mevduat garanti kapsamıyla ilgili atılacak adımlarda çok hassas ve dikkatli olmamız gerekmektedir.
Bir önceki protokol döneminde garanti kapsamının değiştirilmesi halinde finans sektörünün desteklenmesi için yılda 100 milyon TL olmak üzere 3 yılda 300 milyon TL hibe elde edilebileceği halde bu düzenleme hayata geçirilememiştir. Bu tecrübe ışığında UBP-DP azınlık hükümetinin bu düzenlemeyle ilgili somut öngörülerini bizlerle paylaşması büyük önem arz etmektedir. Tekrarlamakta yarar vardır, finans sektöründeki krizler başka krizlere benzememektedir ve bu sektördeki en ufak bir huzursuzluk tüm sektörleri etkileyecektir.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Programdaki üçüncü amaç reel sektörün rekabet gücünün ve ekonomideki payının artırılmasıdır. Bu kapsamda yükseköğretim, turizm, limanlar, toplu taşıma, telekomünikasyon, tarım, enerji, sanayi, yatırımların önündeki engeller, yatırım teşvikleri ve istihdamın artırılması konularında yürütülecek çalışmalara yer verilmiştir.
Bu amaç kapsamındaki tüm faaliyetler özel sektörün rekabet gücünü ve ekonomideki payını artırmayı amaçlamaktadır. Bizim CTP olarak bu alanda ciddi hassasiyetler taşıdığımız bu ülkede yaşayan herkesin bilgisindedir.
Ülkemizde uluslararası tanınmamışlığın sebep olduğu olumsuzluklar vardır. Üstelik ölçeğimiz de oldukça küçüktür. Rekabet olgusunu uluslararası düzeye taşımakta güçlük çektiğimiz aşikârdır. Diğer yandan Türkiye ile mali yardım ilişkimizin bilhassa Türkiye orijinli özel sektör temsilcilerinin davranışları üzerinde de etki yaratabilen siyasi yansımaları olduğu bir gerçektir. Mali yardım ilişkisinden ötürü Türkiye ile siyasal anlamda eşitler arası ilişki kuramadığımız bilinmektedir. Türkiye’den ülkemize gelip yatırım yapan veya ihalelerimize katılan firmaların siyasi muhatap olarak Türkiye’deki iktidarları görüyor olması bizim bir handikabımızdır. Bu gibi etkenler kamumuzun kapasitesini yeni koşullara göre güçlendirmemizin önemi hususunda özgüven sorunu ve inançsızlığa yol açabilmektedir. Bu geçiş sürecinde bize göre bir başka önemli husus ise kendi ülke koşullarımızda kamu yöneticisi pozisyonundaki siyasetçi ve bürokratlarla özel sektör temsilcileri arasındaki ilişki biçiminin henüz netleşememiş olmasıdır. Dünyadaki tüm örnekleri ile sınanmış bir gerçek vardır o da kamu ağırlıklı ekonomik rejimlerde kamu idarecilerinin kendilerini zaman zaman ekonomik faaliyetlere ilişkin avantajlı ya da üstün hissedebildikleridir. Bizim de bu geçiş döneminde özverili, kamu yönetimi ile ekonomik faaliyetler arasındaki mesafeyi doğru kurgulayabilecek bir yapıya kavuşmamız büyük önem arz etmektedir.
Özetle, bize göre, siyasi, idari, hukuki ve ahlaki yönlerden kamumuzun bu sürece çok iyi hazırlanması büyük önem taşımaktadır. Aksi takdirde bu sürecin sonunda kendi topraklarımızda düzenleme ve denetleme fonksiyonları başta olmak üzere hiçbir biçimde kamu adına görev ifa edemeyen ve varoluş mücadelesini toptan kaybetmiş bir pozisyona savrulma riski ile karşı karşıya kalabileceğiz.
Tüm bu hassasiyetlerimiz ışığında Temmuz 2013 erken genel seçimleri öncesinde biz halkımıza, “stratejik sektörlerde özelleştirmeye karşıyız” mesajını verdik. Kendi parti belgelerimizde de bu yaklaşımımızı çeşitli yönleriyle ele aldık.
Görev yürüttüğümüz 3 yıllık sürede ise su konusunda yaşanan gelişmelerin bizzat içinde yer aldık. Kaygılarımız stratejik sektörlerde özelleştirmeye karşı çıkma gerekçesi olarak üzerinde durduğumuz hassasiyetler su ile ilgili yaşadığımız süreçte bizim için yol gösterici olmuştur.
Su işletmesini tek bir işletmeciye devretmemiz sonucunu doğuracak Su Teminine İlişkin Hükümetlerarası Anlaşma’ya imza atmadan önce Türkiye yetkilileri ile hassasiyetlerimiz ışığında ciddi istişareler gerçekleştirdik. Su yönetiminin ortak olmayacağı yani Kıbrıslı Türklerce yürütüleceği hususuna anlaşmada yer verdik. İhalenin Türkiye ile birlikte değil Lefkoşa’da Kıbrıslı Türklerce gerçekleştirilmesini sağladık. Halkımıza, doğru hassasiyetlerle süreçlerin yönetilmesi durumunda bilhassa kamu kaynaklarının altyapı yatırımları için yetersiz olduğu alanlarda kamu-özel işbirliği modelinin devreye sokulmasında bir sakınca olmayacağını anlattık.
Yapısal Dönüşüm Programı’nı hazırlarken de yaşanan tecrübeler ışığında, hassasiyetlerimiz baki kalmak koşuluyla ve halkımızın hizmetlere ulaşım anlamında tüm dünya ile eşit haklara sahip olduğu tespitinden hareketle, yatırım ihtiyacı olan ancak kamu kaynaklarının yetersiz kaldığı bilinen alanlarda kamu-özel işbirliği modeline programda yer verdik. İşletme devri gerçekleştirilecek her alanda, kamu gücünü de etkin kılacak biçimde düzenlemelere gidilmesi koşulunu ön planda tuttuk. Su Kurumu, Liman otoritesi ve benzeri kurumsal yapıların bizim için olmazsa olmaz olduğu noktasından hareket ettik.
Bu bağlamda, KIBTEK hariç, kamu kaynaklarının yatırımlar için yetersiz olduğu alanlarda işletme devri olgusuna Yapısal Dönüşüm Programı’nda yer vermiş olduk. KIBTEK ile ilgili ise bu konuya olumsuz baktık. Türkiye ile görüşmelerin devam ettiği aşamada UBP’nin hükümetten çekilmiş olması nedeniyle bize göre Türkiye’ye de zarar veren bir görüntü ortaya çıkmış oldu. Toplumumuzda, “CTP KIBTEK’te özelleştirmeye karşı olduğu için Türkiye hükümeti bozdu” algısı gelişti.
Çok açık ifade etmek isterim, öngörüm odur ki bu konuda hükümetin adım atması mümkün olamayacaktır. Çünkü toplumumuz buna kesinlikle hazır değildir. Benim dahi bu ülkede Maliye Bakanlığı yapmış bir kişi olarak KIBTEK’in dağıtım fonksiyonunun neden özelleştirilmesi gerektiği ile ilgili kafamda net bir cevap yoktur. Dolayısı ile hükümetin bu alanda icraat yapmadan önce mutlaka ama mutlaka bizi ve halkı ikna edebilecek somut açıklamalar yapma, kafalardaki soru işaretlerini açıklığa kavuşturma zorunluluğu vardır. Bu konu, “ben yaptım, oldu” yaklaşımı ile ilerletilebilecek bir konu kesinlikle değildir.
Özelleştirme konusunda CTP’nin haklı hassasiyetleri, iktidardayken edindiği tecrübeler, geliştirdiği yaklaşımlar ve KIBTEK’in özelleştirilmesi konusundaki olumsuz görüşü bir yana, makroekonomik hedefler bakımından Yapısal Dönüşüm Programı’ndaki hedeflerin altında imzamız olduğunu, bu hedefler oluşturulurken bizim de alın teri döktüğümüzü, emek harcadığımızı ve ne emeğimizi ne de ortaya çıkan ürünü inkâr edecek bir pozisyonda olduğumuzu açıklıkla vurgulamak isterim.
Yapısal Dönüşüm Programı’nın özünü oluşturan Orta Vadeli Program ilk açıklandığında ekonomik büyüme hedefi yüzde 3,1 idi. Ben Maliye Bakanı olarak çıkıp dedim ki, “Bu zaten neredeyse kendiliğinden olacak bir hadisedir. Bu ülkede siyasetçiler yan gelip yatmasın, çalışsınlar ve ülkenin önünü açsınlar. Ne yüzde 3,1’i? En az yüzde 5 büyüyeceğiz!”.
Bu çerçevede önümüzdeki üç yıl için büyüme oranlarını biz belirlemiş olduk. Ekonomimizin 2016 ve 2017 yıllarında yüzde 5, 2018 yıllında ise yüzde 5,5 oranında büyümesini hedefledik. Bu büyüme oranlarıyla, GSYİH’nin 2016–2018 yılları arasında cari fiyatlarla sırasıyla, 10,9 milyar TL, 12 milyar TL ve 13,2 milyar TL olması, kişi başına düşen milli gelirin ise yine sırasıyla 13.538 dolar, 14.550 dolar ve 15.528 dolar olması gerektiği tespitinde bulunduk. Büyüme hedeflerine ulaşmak için 2015 yılında GSYİH’nin yüzde 13,5’i olan toplam sabit yatırımların, 2016 yılında yüzde 18,5, 2017 yılında yüzde 19,5 ve 2018 yılında yüzde 20 olmasını öngördük. Kamu sabit sermaye yatırımlarının 2016 yılında GSYİH’nin yüzde 3,5’i, 2017 yılında yüzde 4,5,’i ve 2018 yılında yüzde 5’i oranında gerçekleşmesi hedefini ortaya koyduk. Özel sabit sermaye yatırımlarının ise önümüzdeki üç yılda her yıl yüzde 17,5 büyümesi gerektiğini tespit ettik. Başta su altyapısı, limanların ve telekomünikasyon altyapısının işletme haklarının kamu-özel işbirliği yöntemiyle devredilmesi, Ercan Havaalanı ve turizm sektörü yatırımlarının gerçekleşmesi olmak üzere, önümüzdeki 3 yıllık dönemde özel sektör sermaye yatırımlarının GSYİH oranının yüzde 15 düzeyinde gerçekleşeceği öngörüsünde bulunduk. Bu hedefe ulaşmak amacıyla teşvik sisteminin geliştirilmesi gerektiğini, yatırım ve iş ortamını iyileştirme zorunluluğumuz bulunduğunu tespit ettik. Görevde olduğumuz süre boyunca da kapımızı çalan tüm yatırımcılara yardımcı olmaya çalıştık.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
İki lokomotif sektörümüz olarak değerlendirdiğimiz yükseköğretim ve turizme ilişkin Yapısal Dönüşüm Programı’nda yer alan faaliyetlerin kâğıt üzerinde kalmaması için bırakınız iktidarı ya da muhalefeti, bu ülkede yaşayan her bir bireyin üzerine düşen sorumluluğu fazlasıyla yerine getirme yemini etmesi gerekmektedir. Bu iki alanın gelişmesi ve sürdürülebilir bir yapıda gelir getirici özelliğini muhafaza etmesi bizler için hayati bir meseledir.
Yükseköğretim alanında öğrenci sayısı 85 bini aşmıştır. Kaliteyi artırmaya odaklanmamız acil bir ihtiyaca dönüşmüştür. Yükseköğretim Dairesi ve YÖDAK bu ihtiyacı karşılamaktan uzaktır. Dolayısı ile bu iki kurumumuzu güçlendirmemiz gerekecektir. Bizim dönemimizde hazırlanan YÖDAK Yasası’nın en hızlı şekilde ilgili paydaşlarla istişare edilmesi ve yasalaştırılması gerekmektedir. Aynı zamanda Yapısal Dönüşüm Programı’nda da yer aldığı şekliyle YÖDAK’ın Eylül 2016 itibarıyla üniversitelerin yeterlilik şartlarını belirleyerek her üniversitenin bu şartları karşılayıp karşılamadığını denetlemesi ile birlikte inanıyoruz ki zaten pek çok üniversitemizin farkında olduğu kaliteyi artırma konusunu devletin de takibiyle ön plana çıkarma imkânına kavuşmuş olacağız.
Turizmde, eko-Agro ve özel ilgi turizmini geliştirme konusunun Yapısal Dönüşüm Programı’nda yer almasını biz çok önemsiyoruz.
Diğer yandan, görevde olduğumuz dönemde turizm alandaki yatırımcıların arazi tahsisi için aracılarla çalışmak durumunda kaldıklarını, siyasilerle dolaylı ya da dolaysız ilişkilerini geliştirmeye odaklandıklarını tespit ettik ve bu durumdan ciddi şekilde rahatsızlık hissettik. Bu sorunu aşmak için Yapısal Dönüşüm Programı’nda “turizm amaçlı rezerv arazilerin belirlenmesi, hazırlanacak mevzuat doğrultusunda rekabeti sağlayacak objektif bir ihale yöntemi ile ulusal ve uluslararası yatırımcılara duyurulmasının sağlanması” şeklinde bir faaliyete yer verdik. Bu faaliyetin Kasım 2016’ya kadar tamamlanmasının takipçisi olacağız. Bu alandaki teşviklerin daha etkin kullanımı, turizmin diğer sektörlere katkısının artırılması, turizm sektöründeki girdilerin mümkün olduğunca yerelden karşılanması, turizm faaliyetlerinin çeşitlendirilmesi, markalaşma, reklam ve memnuniyetin sürekli ölçülmesi konularına gereken önemin verilmesi ve benzeri konularda Turizm Bakanlığı’nın çok yoğun çalışmalar yürütmesi gerekecektir. Biz de tüm bu konularda hükümetin performansını izleyip değerlendireceğiz.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Son yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nin katkılarıyla ülkemizdeki karayollarına ciddi yatırımlar gerçekleştirildiği bilinmektedir. Yürütülen istişarelerde inşa edilen yeni yolların daha etkin kullanımını sağlamak ve böylelikle akaryakıt tüketimini azaltıp çevreyi daha az kirletmek gibi niyetlerle bu dönemde toplu taşımacılığı geliştirmenin yerinde olacağı tespitine ulaştık. Bu konuda ihtiyaç duyulan mevzuat düzenlemeleri ve organizasyonlara ilişkin Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanlığı’nın yoğun çalışmalar yürütmesi gerekecektir.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Gelinen aşamada Telekomünikasyon altyapısına ve hizmetlerine ilişkin adımların gecikmesi nedeniyle çağı yakalamakta güçlük çektiğimiz ortadadır. Bu konuda kamu-özel işbirliği modeliyle yürütülecek sürecin en kısa zamanda başlatılması gerekmektedir. Günümüzde artık İnternet küresel ekonomiyi dönüştürüp dünyanın iki ucunu, farklı kültürleri, farklı yaşam biçimlerini birbirine bağlayarak toplumların kalkınmasında önemli bir görev üstlenmektedir. Bize de düşen dijital eşitlik için yapılması gereken hamleleri gündeme getirmek ve toplumumuzun kimliğiyle, kültürüyle dünyadaki varlığını kalıcılaştırmaktır. Dijital ekonomi çağının gerisinde kalma lüksümüz yoktur. Biz bu sürece hassasiyetlerimiz ışığında katkı yapıp bu alanda dünyada yaşanmakta olan hızlı değişimin gerisinde kalmamak adına özel sektörün finansmana erişim gücünün devreye sokulmasını uygun görmekteyiz.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
Enerji sektöründe atalet yani eylemsizlik en büyük düşmanımızdır. Enerji, bölgemizde güç dengelerini belirleyici etkiye sahip bir alana dönüşmüş bulunmaktadır. Güney’in İsrail ve Yunanistan ile gerek elektrik gerekse doğalgaz ile ilgili yürüttüğü teknik çalışmalar Türkiye ve Kıbrıslı Türkleri dışlayan, ulusalcı bakış açısı ile gündeme getirilen çalışmalardır. Hâlbuki bu alanda ulus-ötesi bir anlayışla ekonomik karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesine çok müsait bir zemin vardır. Kıbrıs’ta ve bölgemizde barışa da hizmet edebilecek şekilde enerji alanında işbirliğine gidilebilmesi halinde bundan tüm taraflar kazançlı çıkabilecektir. Avrupa Komisyonu’nun Enerji Birliği’nden Sorumlu Başkan Yardımcısı Sefkovic her fırsatta Kıbrıs’ın bölgedeki enerji güvenliğine olası katkılarından söz etmekte, tüm tarafları birlikte hareket etmeye davet etmektedir. Biz Türkiye ile kablo projesini bu yönüyle anlamlı ve değerli bulmaktayız. Diğer yandan, böylesi bir projenin içteki elektrik kullanımımıza ilişkin maliyetleri düşürüp düşürmeyeceği konusunda gerekli teknik çalışmaların hızlıca tamamlanması gerektiğini düşünmekteyiz. Elektrik üretimimizin yarısından fazlasını uhdesinde bulunduran AKSA ile sözleşmenin 2024 yılında sonlanacak olması, stratejik hedeflerimiz bakımından bu tarihi önemli kılmaktadır. 2024’te AKSA’nın değil bizim tercihlerimize göre bir gidişatın sağlanması bakımından üretim alanındaki yatırımlarımızı şimdiden planlamalı ve hazırlıklarımızı ona göre yapmalıyız.
Unutulmamalıdır ki kablo projesinin tamamlanmasını müteakip ülkemizde alternatif enerji kaynakları sınırsız kullanılabilecektir. Bu bakımdan da kablo projesi stratejik öneme sahiptir. Örneğin su işletmesinde ihtiyaç duyulan 20 MW’lık enerjinin alternatif enerji kaynakları ile desteklenmesi durumunda maliyet aşağıya çekilebilecek ve suyun ton fiyatında ciddi düşüşler gündeme gelebilecektir.
Kablo projesi, gerekli teknik çalışmaları müteakip hızlıca hayata geçirilmelidir.
Kuşkusuz bu konu başta olmak üzere enerji alanında, Avrupa Birliği’nin Avrupa Enerji Birliği’ni kurduğu ve stratejik hedeflere ulaşabilmek için hummalı çalışmalar yürüttüğü günümüzde, bizim de vizyon ve politika oluşturma, stratejik planlar geliştirme bakımından kamumuzun kapasitesini artırmamız bir zorunluluktur. Bu bakımdan enerji dairesinin kuruluşunun da geciktirilmemesi gerekmektedir. Ocak 2017’de tamamlanması beklenen daire kuruluşunun ve Mart 2017’de tamamlanması gereken T.C. ile KKTC arasında denizaltı elektrik iletim projesinin gerçekleştirilmesine ilişkin hukuki altyapının oluşturulması faaliyetinin gecikmeksizin hayata geçirilmesini biz de desteklemekte, kablo projesine ilişkin teknik çalışmaların önemini de tekrar tekrar hatırlatmakta yarar görmekteyiz.
Daha önce de belirttiğim gibi gerek “KIB-TEK’in fonksiyonlarına göre ayrıştırılmasına yönelik yasal düzenlemeler yapılacaktır” şeklinde ifade edilen faaliyetin gerekse “Hizmet kalitesinin yükseltilmesi amacıyla kamu-özel işbirliği çerçevesinde elektrik dağıtım sisteminin işletme hakkı devredilecektir” şeklinde ifade edilen faaliyetin gerekçelerini hükümetin net bir biçimde kamuoyu ile paylaşması gerektiği aşikârdır. Yine tekrardan belirtmekte yarar var ki Yapısal Dönüşüm Programı hazırlanırken Başbakanlık bu iki faaliyete ilişkin itirazlarını Türkiye yetkilileri ile paylaşmış, istişarelerin devam ettiği aşamada UBP’nin hükümetten çekilmesi ve azınlık hükümetinin kurulmasıyla birlikte bu iki faaliyet Türkiye Cumhuriyeti’nin talep ettiği şekliyle programda yerini almıştır.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,
2016-2018 Ekonomik ve Mali İşbirliği Protokolü’nün onay yasasını görüştüğümüz bu oturumda özellikle belirtmek istediğim bir husus var:
Zaman zaman Türkiye ile ilişkilerimiz IMF’nin kreditör olarak borçlu devletlerle geliştirdiği ilişkilere benzetilir.
Hâlbuki IMF’nin sunduğu kredilerin geriye dönüşünü sağlamak üzere sergilediği katı tutumun Türkiye’nin bizimle yürüttüğü ilişkilerde sergilediği tutumdan oldukça farklı olduğunu iddia etmek mümkündür. Bir defa Türkiye’nin bize sunduğu kaynakların yarısından fazlası kredi değil hibe şeklindedir. Sunulan krediler ise dış borç hanemize yazılmakla birlikte bugüne kadar hiç ödenmemiştir ve Türkiye hiçbir biçimde ödenmesine yönelik bir beklenti de ortaya koymamıştır. Kuşkusuz Türkiye’nin Kıbrıs’a dönük stratejik hedefleri olabilir ve hatta stratejik kazanımlarının değeri ölçülecek olsa mali kayıplarından çok daha yüksek boyutlarda olduğu da iddia edilebilir. Ancak bizim kendimizi özne addederek Türkiye ile ilişkimizin nasıl olması gerektiği konusunda siyasi yaklaşımımızı netleştirmemizin bana göre zamanı gelmiştir.
Uzun yıllar içerisinde Türkiye’nin mali yardımları nedeniyle oluşturduğumuz rehavet ortamını artık aşmamız ve buradaki sistemden ya da sistemin sürdürülmesinden Türkiye’nin değil esasen bizim sorumlu olduğumuza dair somut bir bakış açısı geliştirmemiz gerekmektedir.
Bu bağlamda, Yapısal Dönüşüm Programı’nın oluşum sürecinde her ne kadar “programın merkezinde OVP var” desek de şurası bir gerçek ki yine ilişki biçimini sağlıklı bir noktaya taşıyamadığımızı iddia etmek mümkündür.
Maalesef yine kendi sistemindeki aksaklıkları belirli bir sürede aşmaya çalışan taraf olarak Türkiye’den bu konuda mali ve teknik destek talebinde bulunduğumuz algısını güçlendirecek yaklaşımlar içerisinde olmaktan uzak durduk. Konuyu bir biçimde Türkiye’nin KKTC için öngördüğü reformların kabulü veya reddi noktasına taşıdık. Bunun sonucunda ise meseleyi Türkiye’nin her dediğini kabul eden UBP’nin hükümetten çekilmesine ve siyasi istikrar ihtiyacını göz ardı ederek bir azınlık hükümeti kurması noktasına vardırdık.
Hayal kırıklığı yaratan bu pratiğin ardından ise imzalar atıldı ancak azınlık hükümetinin iki aylık süredeki icraatları gösterdi ki bu imzayı biz neyin altına imza attığımız üzerinde yeterince kafa patlatmadan attık. Çünkü protokolde yer aldığı şekliyle yaptığımız taahhütler mali krizimizi aşmaya dönük iken gerek Başbakan gerekse Başbakan Yardımcısı’nın mavi boncuk dağıtma siyasetine yöneldiğine tanıklık ettik. Lakayt ve iyi niyeti suiistimal eden bir devlet görüntüsü veriyor oluşumuzdan herkes rahatsız olmalıdır. Silkinip kendimize gelmemiz ve Türkiye ile ilişkileri bugüne kadar olduğundan çok farklı bir noktaya taşımak adına liderlik sergileyebilmemiz gerekmektedir.
Bu tespitleri yaparken birilerinin “Türkiye sütten çıkmış ak kaşık mı?” dediğini ya da “sen Türkiye’nin avukatı mısın?” diye sorduğunu duyar gibi oluyorum. Bu soruların cevabını hiç parmağımın arkasına saklanmadan vereceğim:
“Beni kendi toplumumun yaklaşımları ilgilendirir ve burada dünyalı bir halk gibi kendi özgünlüğünde var olabilen ciddi bir siyasi sistem gibi hareket edebildiğimiz tespitini yapamamaktan dolayı vicdanen rahat hissedememekteyim”…
Bu bakımdan çok ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum.
En başta da belirttiğim gibi hesaba-kitaba dayalı siyasetin hâkimiyetini kurmak zorundayız. Çünkü artık dünya böyle bir dünyadır. Duygusallıkla, anavatan edebiyatıyla, işgal söylemleriyle ve benzeri soyut kavramlarla Türkiye’yi göklere çıkaran veya yerin dibine sokan anlayışlar üzerinden siyasetimizi kurgulayarak kamu, finans ve reel sektörlerimizdeki sorunlarımızı aşabileceğimizi düşünüyorsak büyük bir yanılgı içerisindeyiz demektir. Siyasetin Türkiyeciler ve Türkiye karşıtları diye ikiye bölünmesi ve içinin boşaltılması bugüne kadar bize hiçbir fayda sağlamadı, bundan sonra da sağlamayacaktır.
Protokol’ün ekinde yer alan programdaki faaliyetlerin pek çoğu uluslararası bir anlaşmada yer almaksızın bizim kendi kapasitemizle projelendirmemiz gereken hususlardır. Bu faaliyetlerin Türkiye’den 3 yılda 3,5 milyar TL’ye kadar temin edeceğimiz hibe ve krediler karşılığında bizim tarafımızdan taahhüde dönüştürülmesi bizleri düşündürse de pratikte bu işleri tamamlama konusunda motive olmamıza yardımcı olmalıdır. Söz konusu 3,5 milyar TL’nin ciddi bir miktar olduğunu, bu hükümet tarafından yapılabileceğine dair inancım çok az olsa da taahhütlerimizin devlet ciddiyetiyle ele alınması gerekeceğini vurgulamak isterim.
Bu bakış açısı bizi programda yer verilen faaliyetleri tartışmaktan, pratik yansımalarına ilişkin olası olumsuzlukları toplumumuzla paylaşmaktan elbette ki alıkoymayacaktır. Çünkü biliyoruz ki değişimin motoru fikir üretmektir, katılımcılıktır ve bizim sorumluluğumuz tartışa tartışa toplumumuz için en iyisini bulmaktır.
Biz ülkemizdeki tüm siyasi süreçlerin partimizin ilkeleri olan eşitliğe, özgürlüğe, insan haklarına, sosyal adalete, demokrasiye ve barışa bizi yakınlaştırması adına siyasi mücadelemizi bu bağlamda da sürdüreceğiz. Bu ilkeler ışığında kimliğimize, kültürümüze ve toplumsal onurumuza sahip çıkacağımızdan kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Bu duygu ve düşüncelerle, Türkiye Cumhuriyeti’ne bize sağladığı mali katkılardan dolayı teşekkür eder, toplumumuzun bu ülkede yaşanacak her siyasi gelişmenin öznesi olabilmesi umudumu bir kez daha yinelemek isterim.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.