Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, geçtiğimiz günlerde KKTC’nin kurulduğu gün gözyaşlarını tutamadığını açıkladı. Kimi bu açıklamayı samimi buldu, kimi ise yaklaşan seçimlerin bir parçası olarak değerlendirdi.
Ama bu ülkede yaşayan herkesin üzerinde birleşeceği bir şey varsa, o da varoluş mücadelemizdir.
Bu mücadele, yalnızca bir isim uğruna değil; halkın refahı, adaletli bir düzen ve sürdürülebilir bir sistem için veriliyor. O nedenle “devlet” ya da “KKTC” kavramlarına yüklenen duygulardan ziyade, içinde yaşadığımız sistemin halk için ne ürettiğine odaklanmak gerekiyor.
Tarihten örnek vermek gerekirse, Fransa beş farklı cumhuriyet deneyimledi. Almanya, Avusturya ve İtalya iki kez cumhuriyet ilan etti. Yunanistan üç, Güney Kore yedi farklı anayasal düzen kurdu. Yani sistemler değişir, gelişir, dönüşür. Asıl olan halkın ihtiyaçlarını karşılayabilen bir yapının varlığıdır.
Sayın Tatar da bir ay önce “KKTC’nin adı keşke Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olabilseydi” dememiş miydi? Ancak bu tür isim tartışmaları, halkın hayatına doğrudan dokunmayan, politik gündemleri meşgul eden söylemler olmaktan öteye geçemiyor. Aşkla bağlı olmamız gereken şey, bir devlet ismi değil; bu halkın varoluş mücadelesidir.
Bu bağlamda, bir cumhurbaşkanının başarısı, duyduğu duygularla değil; halkı dünya ile bütünleştirme yolunda attığı somut adımlarla ve mevcut sistemi geliştirme iradesiyle ölçülür. Sayın Tatar’ın başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı dönemlerinde bu alanlarda ne ölçüde başarılı olduğu ise ciddi bir sorgulamayı hak ediyor.
KKTC ekonomisinin temel problemleri Türkiye ile imzalanan üç yıllık programlarda farklı başlıklarla tekrar ediliyordu: “Kamunun etkinliği”, “sürdürülebilir ekonomiye geçiş”, “yapısal dönüşüm”. Bu kavramlar kulağa teknik gelebilir ama halkın gündelik yaşamındaki pahalılıkla, işsizlikle, eğitimdeki ve sağlıktaki aksamalarla doğrudan ilgilidir. Bütün bu sorunların merkezinde ise çok temel bir gösterge yatıyor: Kamu harcamalarının Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya (GSYİH) oranı.
Bu oran, devletin ekonomide ne kadar yer tuttuğunu gösterir. Sosyal refah devletlerinde bu oran %50’nin üzerindedir çünkü sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik gibi hizmetler devlet eliyle yaygın biçimde verilir. Ancak KKTC koşullarında yüksek kamu harcaması, genellikle üretken yatırımlardan çok, maaş ödemeleri ve tüketim harcamaları şeklinde gerçekleşiyor. Yani büyümeyi desteklemiyor, tam tersine baskılıyor.
2013’te %43 olan kamu harcamalarının GSYİH’ye oranı, 2018’e kadar düzenli biçimde her yıl ortalama %3 düşerek %30’a kadar gerilemişti. Bu, mali disiplinin bir başarısıydı. Ancak Sayın Tatar’ın başbakan olduğu 2019 ve 2020 yıllarında bu oran sırasıyla %36 ve %41’e çıktı. Pandemi şartları elbette göz önünde bulundurulmalı. Fakat böylesi zor zamanlarda tüm kesimler tasarruf yaparken ve kamu kesimi paydaşlarından da bu konuda hiçbir itiraz yükselmezken, hükümetin bütçeyi tadil etmeksizin tüm harcamaları ısrarla sürdürmesi, sorumluluktan çok siyasi hesapların göstergesiydi.
Bu yıl, yani 2025’te ise durum daha da dramatik bir hâl aldı. 136 milyar TL’lik bütçe harcaması, yalnızca iki yıl önceki ülke gelirinin üzerine çıkmış durumda. 2023 yılında GSYİH 132,35 milyar TL idi. Üstelik bu harcamaların kayda değer bir kısmı yatırıma ya da üretime yönlendirilmiş değil. Bu tablo, sürdürülebilirlikten uzak bir büyüme modelinin ve rayından çıkan bir trenin resmidir.
Treni rayına oturtmak, artık teknik bir mesele değil; siyasi bir irade meselesidir. Sistemden, halktan ya da devletten söz ederken gözyaşlarına değil, reformlara ihtiyacımız var. Ekim ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi ve sonrasında yaşanacak siyasi süreç, bu sorumluluğu taşıyabilecek kadroların göreve gelebilmesi açısından halk için bir fırsattır.
Çünkü bu halkın asıl mücadelesi artık sadece dünya ile bütünleşme vizyonuna geri dönmek değil, aynı zamanda, bu vizyon ışığında, içinde yaşanabilir, adil ve sürdürülebilir bir sistem kurmaktır da.
