Yıllardır kamu maliyesinde yaşadığımız yapısal sorunların, yalnızca teknik meseleler değil, aynı zamanda toplumsal yaşamın kalitesini doğrudan etkileyen dinamikler olduğunu defalarca yazdım. Bugün artık çok daha net görüyoruz ki kamusal kaynak yönetimi sadece bir muhasebe meselesi değil, sağlık hizmetinden elektriğe, eğitimden suya kadar, yurttaşın gündelik yaşam kalitesini belirleyen asli bir siyasi önceliktir.
Bütçede Kriz Derinleşiyor
KKTC’nin kamu bütçesi uzun zamandır alarm veriyor. Pandemide gemi buz dağına çarptı. 2022 bütçesinde öngörülen açık 1,5 milyar TL civarındaydı; ancak yıl içinde yaşanan döviz krizleri, enflasyonist baskılar ve mali disiplinden uzaklaşma, bu açığın 5 milyar TL bandına yaklaşmasına neden oldu. Zamanında doğru müdahaleler yapılmayınca 2025 itibariyle bütçe çökme noktasına geldi. Bu süreçte yalnızca devletin borçlanma ihtiyacı artmakla kalmadı; aynı zamanda yatırımlar ötelendi, kamu hizmetleri aksamaya başladı ve şimdilerde ücretlerde reel gerileme zorunluluğundan söz edilmeye başlandı.
Son birkaç yıldır ama bilhassa da bu yıl bütçe açığının finansmanı için borçlanmanın artması ve faiz giderlerinin toplam bütçe içindeki payının katlanarak büyümesi bütçenin borç servisi odaklı hale gelmeye başladığını gösteriyor.
Yapısal reformlar geciktikçe borçlanma ihtiyacı artmakta; borç arttıkça da reform yapma alanı daralmaktadır. Bu kısır döngü kırılmadığı sürece, ekonomik büyüme kalıcı olmayacak, toplumsal refah da artmayacaktır.
Kamu Yönetiminin Kurumsal Kapasitesi Aşındı
Kamu yönetiminin etkinliği, yalnızca yasal yetkilerle değil, bu yetkileri kullanma kapasitesiyle ölçülür. Ne yazık ki yıllardır ihmal edilen kurumsal planlama nedeniyle, pek çok kamu kurumu günü kurtarmaya çalışmakta. Örneğin, elektrik kurumu ciddi bir finansal darboğazda; tarımsal destekleme mekanizmaları sürdürülebilir değil; su yönetimi ise parçalı ve verimsiz bir yapı arz ediyor.
Bu durumun doğrudan sonucu, halkın temel hizmetlere erişiminde yaşanan sorunlardır. Eğitimdeki kalite düşüşü ve benzeri tüm sorunlarımız doğrudan bu kurumsal yetersizliğin dışavurumudur.
Türkiye ile İlişkilerde Yeni Bir Sayfa Açılmalı
Türkiye’nin mali desteği, yıllardır kamu açıklarını geçici olarak dengeleyen en önemli unsur. Ancak bu destek, reformlara entegre edilmeden sürdürüldüğünde, ne kamu maliyesini iyileştirebiliyor ne de yapısal sorunlara çözüm sunabiliyor. Bugün gelinen noktada, Türkiye ile ilişkilerimizin yeni bir çerçevede ele alınması gerektiği açık.
Bu çerçeve; reform temelli, hesap verebilir ve proje bazlı bir mali işbirliğini esas almalıdır. Her iki taraf açısından da sürdürülebilir olan budur. Bu yaklaşım, Kıbrıs Türk toplumunun kendi ayakları üzerinde durma iradesini güçlendirecektir.
Kamu-Özel İşbirliğinde Şeffaflık ve Rekabet
Kamu-özel işbirliği mekanizmaları, doğru kurulduğunda verimlilik sağlar. Ancak son yıllarda gözlemlenen ihalesiz uygulamalar, şeffaf olmayan sözleşmeler ve kamu yararı gözetmeyen rant yapıları, bu işbirliği modelinin itibarını zedelemektedir.
Bu durumun faturası, yine halka çıkmaktadır. Ucuza ve sürekli hizmet alma beklentisi yerini pahalı, kesintili ve denetimsiz hizmetlere bırakmaktadır. Özellikle enerji ve altyapı alanlarında yaşanan sorunlar, kamunun düzenleyici rolünü yeniden tanımlamasını zorunlu kılıyor.
Toplumsal Katılım ve Sendikal Diyalog
Reformların sadece yukarıdan aşağıya bir mühendislik faaliyeti olarak kurgulanması başarı getirmez. Kamusal meşruiyetin sağlanması için sendikalar, meslek odaları, sivil toplum ve yerel yönetimlerin sürece dâhil edilmesi elzemdir.
Özellikle kamu çalışanlarının, öğretmenlerin, sağlıkçıların ve genç meslek gruplarının bu dönüşüm sürecinde taşıyıcı rol üstlenmesi, reformların toplumsal sahiplenmesini artıracaktır. Bu bağlamda, Devlet Planlama Örgütü’nün etkinleştirilmesi ve yatırım programlarının bu çerçevede revize edilmesi elzemdir.
Değişim Kaçınılmazsa, Yönetilmelidir
Mevcut sistemin kendi kendini sürdüremediği artık açıktır. Ancak sistemin çökmesini beklemek değil, onu dönüştürmek bizim sorumluluğumuzdadır. Reformlar ertelendikçe maliyetler artacak, sosyal gerginlikler derinleşecektir.
Değişim, sadece bir siyaset söylemi değil; gerçek bir yönetişim tercihi olmalıdır. Şimdi alınacak doğru kararlar, çocuklarımıza bırakacağımız ekonomik ve kurumsal mirası belirleyecek. Aksi halde, bugünün sorunlarını yarına daha ağır bir fatura ile devretmiş olacağız.
Tüm bu yapısal sorunlar, teknik çözümlerle iyileştirilebilir. Ancak bu çözümlerin hayata geçirilebilmesi için her şeyden önce kararlı bir siyasi irade gerekir. Kamu maliyesinde disiplini sağlamak, kamu-özel işbirliklerini şeffaflaştırmak, Türkiye ile ilişkileri reform odaklı bir zemine oturtmak ya da yatırım programlarını yeniden önceliklendirmek; tüm bunlar teknik olarak mümkündür. Fakat bu adımların atılması, yöneticilerin alışılmış konfor alanından çıkmayı göze almasına, toplumun da bu dönüşüm sürecine katılmasına bağlıdır.
Son 15 yıldır siyasi denklemin bir tarafında, reformlardan ideolojik gerekçelerle kaçınanlar; diğer tarafında ise hiçbir gerekçe üretmeden kaçınanlar yer aldı. Bu döngü, toplumsal güveni aşındırdı ve reform dilini itibarsızlaştırdı. Ancak yeni dönemde “mazeret üretme” diye bir lüks olmayacak. Artık denklem çok daha yalın: Kaçınılmaz olan değişimi, toplumsal katılımı esas alarak yönetebilme kapasitesine sahip olanlarla; bu kapasiteye sahip olmayanlar arasında bir ayrışma yaşanacak.
Gerçek liderlik, sadece sorunları yönetmekle değil; o sorunların kökenine inerek kalıcı çözüm üretmekle mümkündür. Bu nedenle bugün ihtiyacımız olan, krizleri oyalayıcı müdahalelerle aşmaya çalışmak değil, cesur ve planlı bir dönüşüm iradesi ortaya koymaktır. Çünkü bu ülkede gerçek bir gelecek ancak kamusal sorumluluğu önceleyen, kurumsal akılla hareket eden ve halkın yaşam kalitesini odağa alan bir siyasi vizyonla kurulabilir.
