Kıbrıs Türk ekonomisinin mevcut durumu artık yalnızca “sıkıntılı” değil, açıkça sürdürülemezdir.
Dün lansmanı yapılan Dünya Bankası’nın Darboğazların Ötesine Geçmek: Ekonomik Entegrasyonun Önünü Açmak başlıklı raporunu dikkatlice okuyunca bu sonuca varmamak elde değil.
Rapor olması gerektiği gibi son derece diplomatik bir dille kaleme alınmış olsa da ciddi uyarılar içeriyor.
Mevcut zihniyetle devam edersek, yalnızca durgunluk değil, kurumsal ve mali çöküş de kaçınılmazdır.
Bu tabloyu yalnızca teknik bir başarısızlık ya da dış koşullara bağlı zorluklarla açıklamak ise yetersizdir.
Demokratik meşruiyetin, toplumsal katılımın ve hesap verebilirliğin aşındığı bir ortamda ekonomik rehavet, siyasal kayıtsızlıkla birleşerek kırılgan bir düzen yaratmıştır.
Ve şimdi o düzen çatırdamaktadır.
Bu kriz sadece Kıbrıslı Türklerin değil, Türkiye’nin de omzundaki bir yük ve stratejik risktir.
2024’te %6,4 büyüme yaşanmış gibi görünse de bu artış, üretime değil, kamu maaşlarına ve tüketimi şişiren geçici adımlara dayanıyor.
Kamu harcamaları GSYİH’nin %35,4’üne çıkmış, mali açık ise %4,1’e ulaşmış.
Üstelik bu genişleme, yatırıma değil, transfer ve maaş artışlarına dayalı.
Böyle bir ortamda hâlâ popülist ücret politikaları uygulamak, krize benzin dökmektir.
Rapora göre dışa açıklık yüksek olsa da entegrasyon zayıf.
Yeşil Hat Ticareti, toplam satışların yalnızca %10’unu oluşturuyor.
Tarife dışı önlemler, çifte vergilendirme ve ithalat izinleri ticareti boğuyor.
Özellikle gıda ve tarımda rekabet imkânsız hale gelmiş durumda.
Raporda dikkate alınması gereken daha pek çok önemli detay mevcut.
Rapordaki reform önerileri gayet açık:
İthalat izinleri sadeleştirilmeli, düzenlemeler AB normlarıyla uyumlu hâle getirilmeli, ticaret şeffaflaştırılmalı ve Yeşil Hat geçişleri hızlandırılmalıdır.
Çözüm perspektifi ile taçlandırılmadığı müddetçe bu reformların kalıcı dönüşüm yaratamayacağı bilinmelidir.
Adada hukuki netlik ve ekonomik güven ortamı yaratma süreci yeniden canlandırılmadan Kıbrıs Türk ekonomisinin potansiyeli daima bastırılmış kalacaktır.
Bu durumun Türkiye açısından da sonucu nettir.
Konu her ne kadar bizim ekonomimiz olsa da Türkiye için de alarm zillerinin çaldığını bilhassa vurgulama ihtiyacı hissediyorum.
KKTC’de yapısal reform ve çözüm perspektifine dönülmediği müddetçe Türkiye’yi de sıkıntılı bir süreç bekliyor.
Çözüm perspektifinden söz ederken Türkiye’nin çıkarlarının da masada olduğunu vurgulamak gerekir.
Çünkü çözüm perspektifiyle birlikte uygulanacak yapısal reformlar, Türkiye açısından da ciddi avantajlar doğuracaktır.
Bir defa Türkiye’nin mali yükü azalacaktır.
KKTC’ye aktarılan mali yardımlar sürekli açıkları kapatmak yerine üretken yatırımlara yönlendirilebilecek ve bu Türkiye bütçesi açısından da bir nefes alma imkânıdır.
Doğu Akdeniz’de yumuşayan ortam, Türkiye’nin elini diplomatik anlamda da güçlendirecektir.
Kıbrıs’ta ilerleme sağlanması, AB ile tıkanan ilişkilerin yeniden açılması için bir kaldıraç işlevi görecektir.
Kıbrıslı Türklerin de Kıbrıslı Rumların da bu fikirle tam manasıyla barışması biraz zaman alabilir ama çözüm perspektifi en fazla da Türk iş dünyasına yeni alanlar açacaktır.
Lojistikten tarıma, hizmetlerden enerjiye Türk firmaları için geniş bir pazar ortaya çıkacaktır.
Dünyada dış yardımların etkililiği güncel bir konu olarak dikkat çekiyor.
Bu bağlamda reformlarla kurumsallaşmış, sürdürülebilir bir Kıbrıs Türk ekonomisinin, Türkiye’nin uluslararası algısına pozitif katkı sağlayacağı kesindir.
Bu da sadece ekonomi değil, strateji meselesidir.
Bu nedenle ekonomide yaşadığımız çöküşü resmeden Dünya Bankası raporunu ve ortaya konan önerileri, çözüm perspektifiyle birlikte ele almak zorundayız.
Türkiye’nin bu süreci, kendi uzun vadeli çıkarlarını da gözeterek tehdit değil, bir fırsat penceresi olarak görmesi gerekir.
Kıbrıslı Türklerin önünde iki yol var:
Ya yapısal reformları da içeren bir çözüm perspektifine dönülür ya da günü kurtaran, belki seçim kazandıran ama geleceği tüketen politikalarla sistemin çöküşü izlenir…
