
TDT üyesi bazı devletler bugün büyük bir stratejik ikilemin tam ortasında.
Bir yandan Avrupa Birliği ile ilişkilerini derinleştirerek yeni pazarlar, yatırım ve diplomatik nüfuz alanları kazanmak istiyorlar.
Diğer yandan Türkiye ile tarihsel ve kültürel bağlarını zedelemeden bu dengeyi korumaya çalışıyorlar.
Bu çelişki, Nisan 2025’te Semerkant’ta yapılan AB–Orta Asya Zirvesi Ortak Bildirisi ile somutlaştı.
O bildiride, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan, BM’nin 541 ve 550 sayılı kararlarına bağlılıklarını yeniden teyit etti.
Yani, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınmamasını öngören uluslararası statükoya bir kez daha bağlılık ifade edildi.
Ve hemen ardından Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan aynı dönemde Kıbrıs Cumhuriyeti’nde büyükelçilik açarak bu çizgiyi pratikte de sürdürdü.
Bu adımlar TDT ülkelerinin AB ile yakınlaşma çabalarının Türk dünyası dayanışmasıyla gerilimli bir ilişki içinde seyrettiğini gösterdi.
Geçtiğimiz günlerde ise Azerbaycan’ın Gebele kentinde düzenlenen Türk Devletleri Teşkilatı 12. Devlet Başkanları Zirvesi, “Bölgesel Barış ve Güvenlik” temasıyla gerçekleşti.
Zirveye KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar da katıldı ve bir konuşma yaptı.
Toplantıda konuşan Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “İki devletli adil çözüm konusunda TDT üyesi ülkelerin KKTC’nin yanında olduklarını müşahede ediyorum” diyerek Türkiye’nin her zaman Kıbrıslı Türklerin yanında olduğu mesajını yineledi.
Ancak bu destek, TDT üyesi ülkelerin Semerkant’taki taahhütleri ve Güney Kıbrıs’taki diplomatik açılımları düşünüldüğünde, söylemde sıcak ama pratikte mesafeli bir duruşun ötesine geçemiyor.
Peki ya o kürsüde Ersin Tatar değil Tufan Erhürman olsaydı?
O zaman tablo nasıl şekillenirdi?
Erhürman orada konuşuyor olsaydı Türk dünyasına ve uluslararası topluma aynı anda güven verebilecek bir diplomatik dil yankılanırdı salonda.
“Adil çözüm” söylemini katı bir ayrışmanın değil karşılıklı saygı temelinde yeniden inşa edilecek bir müzakere kültürünün parçası olarak sunardı.
Türkiye’yle uyumlu ama kendi aklını da ortaya koyan, uzlaşmaz değil ısrarlı, edilgen değil vizyoner bir ton olurdu bu.
Erhürman, TDT ülkelerine “Kıbrıslı Türklere destek vermek, Türk dünyasının meşruiyetini güçlendirmektir” diyebilirdi.
Bu ifade, Semerkant’ta imzalanan BM kararlarına bağlılık cümlelerinin yarattığı soğukluğu bir anda dağıtırdı.
Çünkü o zaman mesele tanınma değil dayanışmanın biçimi olurdu.
Erhürman’ın liderlik tarzı, uluslararası meşruiyet ile bölgesel aidiyet arasında sıkışan TDT ülkelerine bir çıkış yolu sunardı.
Bu ülkeler AB ile ilişkilerini sürdürürken Kıbrıslı Türklere samimi destek vermenin kendi saygınlıklarını zedelemeyeceğini, tam tersine güçlendireceğini fark ederlerdi.
Diplomaside güven üreten, sözünü akılla tartan bir lider, Türk dünyasında yeni bir nefes yaratırdı.
Eğer Erhürman o kürsüde olsaydı, TDT Zirvesi bir “protokol toplantısı” olmaktan çıkıp Türk dünyasının ortak aklının yeniden doğduğu bir platforma dönüşebilirdi.
O zaman Kıbrıs meselesi artık sadece Türkiye’nin değil adalet, eşitlik ve uluslararası hukuk temelinde hareket eden tüm Türk devletlerinin ortak meselesi olurdu.
Bu yalnızca bir diplomatik değişim değil bir zihniyet dönüşümü olurdu.
TDT ülkeleri bugün iki yol arasında sıkışmış durumda:
AB ile entegrasyon ve Türk dünyası dayanışması.
Bu ikilem doğru liderlikle bir gerilim değil bir sinerjiye dönüşebilir.
Ve tam da burada, TDT üyesi devletlerin yaşadığı stratejik ikilem ile Kıbrıslı Türklerin Ersin Tatar’ın stratejik akıldan yoksun vizyonu nedeniyle yaşamakta olduğu ikilem arasında çok ciddi bir paralellik bulunuyor.
19 Ekim’de yeniden şekillenecek olan irademiz sayesinde yalnızca biz Kıbrıslı Türkler değil aynı zamanda Türkiye dahil tüm TDT üyesi devletler de rahatlayacak.
Çünkü doğru liderlik yalnızca bir toplumun değil bir coğrafyanın kaderini de değiştirir.