Sözün Bittiği Bütçe

Sözün bittiği bütçe ifadesi bir mecaz değil bir eşik tarifidir.

Bu başlık artık niyetlerin, iyi dileklerin ve temennilerin değil rakamların, oranların ve sınırların konuştuğu bir noktaya gelindiğini ima eder.

Çünkü bütçe siyasetin en dürüst alanıdır.

Orada sloganlar tutmaz, niyetler yetmez, “sonra bakarız” denilemez.

Bütçe ya tutar ya tutmaz.

Ve bugün gelinen noktada bütçenin borçlanmaya dayalı yapısı açık biçimde şunu söylemektedir:

Bu düzen böyle devam edemez.

Bu yüzden mesele bir ekonomik görüş ayrılığı değil matematiksel bir zorunluluktur.

Sözün bittiği yer tam olarak burasıdır.

Harcamaların otomatik arttığı, gelirlerin aynı hızla artmadığı, açığın borçla kapatıldığı ve borcun yeni enflasyon dalgalarını beslediği bir yapıda artık “ne istiyoruz” değil “ne mümkün” sorusu belirleyici hale gelir.

Bu soru siyaseti rahatsız eder.

Çünkü siyaset en rahat olduğu alanı, vaat alanını, kaybetmeye başlar.

Ama tam da bu nedenle eğer bir çıkış olacaksa bu çıkış ancak bütçenin zorladığı gerçeklerle yüzleşilerek mümkün olabilir.

Bu yazı o yüzleşmenin neden kaçınılmaz hale geldiğini anlatmak için kaleme alındı.

Hanelerden Başlayan Kırılganlık

Bugün ülkede yaşanan ekonomik sıkışma, algıya dayalı bir huzursuzluk değil ölçülebilir, izlenebilir ve sürdürülemezliği somut verilerle ortaya konmuş bir krizdir.

Hanehalkı borçluluğu son birkaç yıl içinde hızla artmış, tüketici kredileri ve kredi kartı borçları toplam krediler içinde belirleyici bir ağırlığa ulaşmıştır.

Bankacılık verileri, bireysel kredilerin önemli bir bölümünün artık yatırım ya da dayanıklı tüketim için değil gıda, kira ve temel harcamaları finanse etmek amacıyla kullanıldığını göstermektedir.

Bu durum borcun geleceği büyütmek için değil bugünü kurtarmak için kullanıldığı bir ekonomik yapıya işaret etmektedir.

Bir başka ifadeyle toplum gelirini değil geleceğini tüketmektedir.

Kamu Maliyesinde Yapısal Tıkanma

Bu eğilim kamu maliyesinde de benzer bir kırılganlık üretmiştir.

Devletin toplam borç stokunun 10 milyar TL eşiğini aşması borçlanmanın geçici bir araç olmaktan çıkıp bütçe dengesinin asli unsuru haline geldiğini göstermektedir.

Bütçe açığı tek seferlik şoklardan değil yapısal harcama–gelir uyumsuzluğundan kaynaklanmaktadır.

Bütçenin yaklaşık üçte ikisini oluşturan cari harcamalar özellikle maaş ve transfer kalemleri üzerinden otomatik biçimde büyümektedir.

Bu büyüme üretkenlik artışıyla değil doğrudan enflasyonla beslenmektedir.

Enflasyon ise yalnızca dışsal bir değişken değildir, mevcut bütçe mimarisi enflasyonu yeniden üreten bir yapıya sahiptir.

Altı ayda bir yapılan maaş uyarlamaları, kamu harcamalarını yukarı çekerken kamu gelirleri aynı hızda artmadığı için oluşan fark borçlanmayla kapatılmaktadır.

Borçlanma kur baskısını ve fiyat artışlarını beslemekte, fiyat artışları ise bir sonraki maaş uyarlamasının gerekçesi haline gelmektedir.

Bu mekanizma, klasik bir ücret–bütçe–enflasyon sarmalıdır.

Para Birimi Gerçeği ve Siyasi Sınırlar

Bu tablo para birimi tartışmasını da kaçınılmaz kılmaktadır.

Türk lirası kullanan bir ekonomide döviz kurlarındaki oynaklık kamu maliyesini doğrudan etkilemektedir.

Euro kurunun 50 TL bandına, dolar kurunun ise 45 TL seviyelerine yerleştiği bir ortamda enerji, ilaç, eğitim, ulaşım ve yatırım malları maliyetleri zincirleme biçimde artmaktadır.

Bu koşullarda orta vadeli bütçe yapmak teknik olarak zorlaşmakta, öngörülebilirlik neredeyse ortadan kalkmaktadır.

Bu nedenle devletin muhasebesel olarak daha stabil bir para birimi kullanması gerektiğini savunan görüş yabana atılamaz.

Ekonomik açıdan bu öneri bütçeyi okunur kılma ve kur riskini şeffaflaştırma potansiyeli taşır.

Ancak bu tartışma bugün için teknik değil siyasidir.

Para politikası yetkisi olmayan ve ekonomik olarak dışa yüksek derecede bağımlı bir yapı için bu tercihin uygulanabilirliği sınırlıdır.

Bu nedenle esas mesele para birimini değiştirmek değil mevcut para biriminin yarattığı riskleri yöneten bir mali yapı kurmaktır.

Bu gerçek kabul edilmeden hiçbir reform inandırıcı olmaz.

Türkiye ile Mali İlişkilerde Yeni Gerçeklik

Bu noktada artık görmezden gelinemeyecek bir başka gerçek daha vardır:

Türkiye ile dış yardım ve mali destek ilişkisinde fiilen yeni bir durumla karşı karşıyayız.

Bu aşamanın temel özelliği şudur:

Devletten devlete, ne zaman ve nasıl geri ödeneceği belirsiz krediler dönemi kapanmaktadır.

Türkiye, kendi kamu maliyesinde uyguladığı harcama disiplini ve borçlanma sınırları nedeniyle geçmişte zaman zaman başvurulan “açığı kapatıcı” ve geri dönüşü belirsiz devlet kredilerinden bilinçli biçimde imtina etmektedir.

Bu bir siyasi mesajdan çok mali bir tercihtir.

Ve bu tercih KKTC açısından son derece öğretici ama aynı zamanda serttir.

Bugün gelinen noktada Türkiye doğrudan bütçeye nefes aldıran bir kaynak sunmamakta, bunun yerine finansman ihtiyacının bankacılık sistemi içinde, piyasa kurallarıyla karşılanmasının önünü açmaktadır.

Örneğin Ziraat Bankası üzerinden kısa vadeli borçlanma imkânlarının açılması, bunun en somut göstergesidir.

Ancak bu kapı geçmişteki gibi “kolay para” kapısı değildir.

Faiz oranları sermaye piyasasının öngördüğü düzeydedir.

Geri ödeme takvimleri nettir.

Erteleme, yapılandırma ya da siyasi gerekçelerle esneme beklentisi yoktur.

Bir başka ifadeyle Türkiye artık finansman imkânı sunarken riski paylaşmamakta, riski tamamen KKTC’nin mali performansına bırakmaktadır.

Bu yaklaşımın adı açıktır:

Bizi kendi mali gerçekliğimizle baş başa bırakmak.

Bu bir cezalandırma değildir.

Bu borçla cari harcama finanse eden bir yapının artık sürdürülemez olduğunun sessiz ama çok net bir tespitidir.

Dolayısıyla bugün önümüzde iki seçenek vardır.

Ya biz borçlanarak maaş ve cari gider ödeme yönteminin yapısal bir çıkmaz olduğunu kabul edip kendi mali disiplinimizi kendimiz inşa edeceğiz.

Ya da her yeni borçlanmayı “zaman kazanmak” zannederek aslında dibin de dibine doğru yolculuğumuzu sürdürmeye devam edeceğiz.

Bu noktada gri alan kalmamıştır.

Tablo bu kadar nettir.

Ve bu tablo siyasetin bundan sonra nasıl şekilleneceğini de kaçınılmaz biçimde belirlemektedir.

Artık siyaset dışarıdan gelecek paraya göre değil gelmeyeceği varsayılan paraya göre kurulmak zorundadır.

Bu gerçekle yüzleşmeden yapılan her siyasi hesap eksik, bu gerçek kabul edilmeden kurulan her bütçe hayalidir.

Ve bu aşamadan sonra mali gerçeklerle uyumlu olmayan hiçbir siyasi tercih uzun süre ayakta kalamaz.

“Acı Ama Adil” Ne Değildir?

Tam da bu noktada “acı ama adil kararlar” ifadesinin ne anlama gelmediğini açıkça belirtmek gerekir.

Bu ifade kamu çalışanlarının enflasyon karşısında korunmasını sağlayan altı ayda bir maaş uyarlamasından vazgeçilmesi anlamına gelmemektedir.

Bu ifade krizin faturasının maaşlı kesime çıkarılması hiç değildir.

Ancak şu da teknik bir gerçektir:

Enflasyon farkının bütçe kapasitesinden tamamen kopuk, otomatik ve simetrik biçimde uygulanması, harcama dinamiğini kontrolsüz hale getirmektedir.

Sorun koruma ilkesinde değil korumanın tasarımındadır.

Çalışanı Korumak ve Bütçeyi Çökertmemek

Bu nedenle çözüm, soyut söylemlerde değil somut politika tercihlerindedir.

Alt ve orta gelirli kamu çalışanlarının alım gücü enflasyon karşısında tam olarak korunmalıdır.

Üst gelir gruplarında maaş artışları zamana yayılmalı ve otomatik simetriden çıkarılmalıdır.

Enflasyon farkı kamu gelirleri ve verimlilik göstergeleriyle birlikte ele alınmalıdır.

Kira, ulaşım ve eğitim gibi alanlarda maaş dışı telafi mekanizmaları devreye sokulmalıdır.

Bu adımlar atılmadan ne mali disiplin sağlanabilir ne de çalışan kalıcı biçimde korunabilir.

Sendikalar, Müktesep Hak ve Meşruiyet

Sendikaların bu sistemi yasal müktesep hak olarak görmesi ve her müdahaleye sert tepki vermesi geçmiş deneyimler dikkate alındığında anlaşılabilir bir reflekstir.

Ancak müktesep hak, uzun vadede aynı kesimin alım gücünü aşındıran bir mekanizmaya dönüşmüşse teknik olarak tartışılabilir hale gelir.

Burada belirleyici olan meşruiyettir.

Kamu maaşları tartışılırken aynı anda israf kalemlerine, vergi ayrıcalıklarına ve kamu ihale rejimine dokunulmuyorsa hiçbir düzenleme toplumsal meşruiyet üretemez.

Gelir Artışı Tartışmasının Sınırları

Bir diğer yaygın görüş kamu maaşlarına dokunmak yerine devletin gelirlerinin artırılması gerektiğidir.

Bu görüş ahlaki olarak doğrudur.

Ancak mevcut veriler gelir artışının büyük ölçüde dolaylı vergiler üzerinden sağlandığını göstermektedir.

Bu durum dar gelirlinin reel alım gücünü daha da aşındırmaktadır.

Vergi tabanının genişletilmesi ve kayıt dışı ekonomiyle mücadele zorunludur ancak bunun bütçeye etkisi kısa vadede değil orta vadede ortaya çıkar.

Oysa bütçe açığı bugünün sorunudur.

Harcamalar kontrol altına alınmadan sağlanan her yeni gelir yeni bir harcama alanı yaratmaktadır.

Bu nedenle sorun “maaş mı, gelir mi” ikilemi değildir.

Sorun gelir artırımı ile harcama disiplininin eş zamanlı uygulanıp uygulanamayacağıdır.

Beş Yıllık Teknik Yol Haritası

Bu çerçevede beş yıllık bir iktidar döneminde izlenmesi gereken yol haritası teknik olarak nettir.

Birinci yıl: Harcama artış hızının enflasyonun altına çekilmesi ve bütçe disiplininin tesis edilmesi.

İkinci yıl: Vergi tabanının genişletilmesi ve gelir yapısının adil hale getirilmesi.

Üçüncü yıl: Üretim kapasitesini artıracak yatırımların önünün açılması.

Dördüncü yıl: Sosyal devletin hedefli ve sürdürülebilir biçimde yeniden inşası.

Beşinci yıl: Mali güvenilirliğin kurumsallaşması.

Yer Almak mı Yük Almak mı?

Bu program mucize vaat etmez.

Ama bir şeyi net biçimde ortaya koyar:

Ekonomi niyetlerle değil rakamlarla, kurallarla ve sınırlarla konuşmaya başlar.

Ve ekonomi rakamlarla konuşmaya başladığında siyaset de ister istemez başka bir eşiğe gelir.

Çünkü bu noktadan sonra siyaset her talebi karşılayan bir vaat alanı olmaktan çıkar, neyin mümkün, neyin mümkün olmadığına dair dürüst bir çerçeve kurma sorumluluğu üstlenir.

Bu çerçeve gerçekten kurulabiliyorsa, harcama disiplini kararlılıkla uygulanabiliyorsa, gelir artırımı popülizme kaçmadan hayata geçirilebiliyorsa, çalışanı korurken bütçeyi çökertmeyen bir denge somut olarak ortaya konabiliyorsa, o zaman siyaset anlamlı bir uğraş haline gelir.

Aksi halde popülizmin kol gezdiği bir düzende mevcut yapının içinde yer almak ekonomiyi yönetmek değil sadece krizi ertelemek anlamına gelir. Ve bu ayrım artık görmezden gelinebilecek bir ayrım değildir.

Yorum bırakın