Geçtiğimiz yıl yaşanan besleme krizi ile birlikte toplumun sağduyulu kesimleri siyasete bir misyon biçmişti: Kaynaklarını doğru şekilde kullanabilen ve kendi ayakları üzerinde durabilen bir toplum olduğumuzu kanıtlamak…
Hemen herkes kazançta ve kayıpta birlikte hareket etmenin öneminden, tüm kesimlerin fedakârlık yapmaya hazır olması gerektiğinden, federakârlığa en üst düzeyden başlanmasından ve önyargıların aşılarak koşulsuz diyalog ilkesiyle paydaşların bir araya gelebilmesinin öneminden söz ediyordu.
Liderlik eksikliği, ortak hedef eksikliği, sorunların çözümünde doğru yöntemlerin devreye sokulamaması, sorun çözme odaklı düşünememe ve kurumsallaşmadaki yetersizlikler gibi sorunlardan acilen kurtulmalıydık. Siyasetin ve yönetici kadroların güvenilirliğini sağlamak, tutarlı, şeffaf, hesap verebilir, vesayetten uzak, liyakat esaslı, popülizmden uzak uygulamalardı ihtiyaç… Beklenti, her alanda eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıydı.
Türkiye ile ilişkilerde ana-yavru paradigmasının değişmesi, sivilleşme ve ilişkilerin kazan-kazan prensibi ile geliştirilmesi için hükümete büyük görevler düştüğü herkesçe dile getiriliyordu. Sektörlerimizdeki verimsizliği ayakları yere basan bir istihdam politikası ile giderebilirdik. Nüfus sorununu sosyo-ekonomik ve demografik yapıyı göz önünde bulundurarak pekâlâ aşabilirdik.
Her şeyden önemlisi belki de acil ekonomik önlemlere ilişkin yaşanacak süreçti. Toplumumuz, hükümetin tek taraflı bir süreç öngörmesinden ve katılımcılıktan uzak bir yaklaşımla kemer sıkma politikası uygulamasından rahatsızdı. Türkiye ile imzalanan protokolün ekindeki programın halkımızın katkılarıyla gözden geçirilmesi ihtiyacı ortadaydı. Bunun için katılımcı bir süreç her derde deva olabilirdi!
Bugün tüm bu gelişmelerin artık mevcut hükümetle olamayacağı kânaati alabildiğine yaygınlaşmıştır. Ortada ciddi bir başarısızlık vardır. Bu aşamada İrsen Küçük hükümeti kolları sıvasa ve halkın beklentileri doğrultusunda bir diyalog süreci başlatsa bunu hangi toplum kesimleri takdir edecektir? Özellikle son bir yılda yaşanan kaos ortamından sonra hükümete kim güvenecek ve çabalarına saygı duyabilecektir?
Türkiye adına konuşan Beşir Atalay, imzalanacak yeni protokolle ilgili, “Biz sadece müşavirlik yapalım, KKTC hem devlet olarak hem de Sivil Toplum Örgütleri buradaki ekonomik programa katkı versinler” demiştir. İktidar bir yıl önce halkın ortaya koyduğu duyarlılıklar çerçevesinde kendine çekidüzen verse ve örneğin Sosyal ve Ekonomik Konsey bugün devrede olsaydı, Beşir Bey’in bu söylemi karşısında Kıbrıs Türk halkı, “İşte bizim yol haritamız… Siz müşavir biz ev sahibi…” diyebilecek konumda olacaktı.
Tüm uyarılara ve sivil toplum düzeyinde geleneksel siyaset kültürünün reddedebileceği iyi niyetli katkılara rağmen 2013-2015 protokolü ile ilgili önerilen sürecin hayata geçirilebileceği koşulları siyasal alanda maalesef oluşturamadık.
Bu aşamada mevcut iktidarı her fırsatta överek başarısızlığa arka çıkan Türkiye’nin samimiyeti de sorgulanabilir ancak ülkenin kaderinin katılımcı süreçlerle belirleneceği siyasi koşulları oluşturmak esasen bu toprakları yurt bilenlere düşmüyor mu?
Eğer Türkiye’nin samimiyeti sınanmaya muhtaçsa, bu sınama nasıl gerçekleşecektir? Galiba, bu aşamada en önemli soru budur…
Cevap, değişim siyasetinde gizlidir. Geçmişten bugüne taşıdığımız siyasi idealler, inançlar, ideolojiler, dostluklar, akrabalıklar, yol arkadaşlıkları ve insanı insan yapan tüm diğer değerler eğer ayrıcalık taleplerinin birer aracına dönüşmüşse ve siyasetin ana mekanizması bu olmuşsa, ülkede siyaset bitmiştir demektir. Bu, hepimizin eseridir. Bizi biz yapan değerlerimizi, ilişkilerimizi ve tüm diğer sosyal becerilerimizi halkın genelinin çıkarları doğrultusunda kullanabileceğimiz, katılımcılığı öngören yeni bir yapı oluşturmamız gerekiyor.
1974 sonrasında kurulan düzen, “üretmeden var olabilmeyi” marifet gören bir topluma dönüştürdü bizleri. Bunun için siyaset üzerinde tahakküm kurmanın her türlü yöntemini geliştirmekle yetinmedik, bu yöntemleri olağanlaştırdık, yaygınlaştırdık ve mevcut sistem içerisinde her birimiz ayrıcalıklar talep etme ve bunları kalıcılaştırma konusunda birer uzmana dönüştük.
Eğer siyaset tıkanmışsa, siyasetin siyasetçiye değil siyasetçinin siyasete yön verebileceği yapısal koşullar oluşturulmalıdır öncelikle. Çünkü siyasetin siyasetçiye yön verdiği durumlarda katılımcılık olgusu da değişimin önünde bir engele dönüşebilmektedir. Halbuki değişim dönemlerinde esas olan ortaya konacak vizyon doğrultusunda değişime gerçekten inanan ve varoluşun değişime bağlı olduğunu kavrayabilmiş toplum kesimlerinin sağlıklı ve eşitlikçi bir tarzda bir gidişat için diyalog süreçlerinde yer alabilmesidir. Hükümetten beklenti de zaten değişime karşı olanların diyalog olgusunu alabildiğine sömüremeyeceği, ucu açık süreçler öngörmeyen güçlü mekanizmalar kurmasıydı. Sosyal ve Ekonomik Konsey hiç toplanmadı ve hükümet maalesef bu konuda sınıfta kaldı.
Evrensel ölçütlere göre siyaset kurumunun tüm halka eşit şekilde hizmet etme sorumluluğu ve dünya görüşü, tüm diğer tercihleri ya da yönelimleri ne olursa olsun her bir bireyin daha iyi yaşam koşullarına kavuşmasını sağlama vazifesi esas olduğuna göre, siyasetçilerin ağzından çıkan her söz ve her alanda serdedilen siyasetler de geniş toplum kesimleri tarafından son kertede bu gözle izlenmektedir diyebiliriz. Bu nedenledir ki sıkça sözü edilen “Kuzey Kıbrıs’ın kalkınması” meselesinin halkımızın lehine olacak şekilde gerçekleşebilmesi ve burada yaşanacak her gelişmenin bölgesel barışa hizmet edebilmesi, adil, güvenilir ve dürüst yönetim süreçlerini öngören değişim siyasetinin etkinliği ile doğrudan bağlantılı olmaktadır.
Bireylere veyahut çıkar gruplarına ayrıcalıklar sunan değil açık bir vizyonla hareket eden, bu vizyonu benimseyen ve takdir eden herkesin her düzeyde yönetim süreçlerine aktif katılımını mümkün kılacak mekânizmaları kuran, ekonomik büyümeye odaklanmış, adil, güvenilir, dürüst ve halkın genelinin çıkarlarını kollayan bir siyasetin devreye sokulması gerekiyor bu aşamada.
Mevcut hükümet yeni programın hazırlanmasıyla ilgili gerekli demokratik ve toplumsal zemini oluşturamadığına göre süreç nasıl işleyecek? 2013-2015 programı en geç yaz sonuna kadar tamamlanmış olacak. Sivil toplumla birlikte bir hazırlık sürecini başlatmakta geç kalan hükümet kendi kapasitesiyle bu programa katkı yapabilecek mi? Bu bile şüpheli… Bu aşamada muhalefete ve tüm sivil toplum örgütlerine görev düşüyor. Hükümete rağmen Kıbrıs Türk halkının böylesi bir üç yıllık programın vizyonu ve hedeflerine ilişkin beklentilerini ve programın uygulama aşamasında benimsenmesi gereken yöntemlere ilişkin hassasiyetlerinin netleştirilmesi ve eleştirinin ötesine geçilerek mevcut iktidara alternatif yaratma konusunda somut adımlar atılması gerekiyor. Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir…
4 Nisan 2012, Ekonominin Sesi