Geçtiğimiz günlerde Taraf’ta yazdı Ahmet Altan:
“Değişim arzusu taşımayan bir toplum yoktur, o arzuyu sahiplenen, o arzuyu bir siyasete dönüştüren ve topluma değişimin kapılarını açan her hareket ‘sol’ bir harekettir.
Sol ‘değişime’ lehimlenmiş bir kavramdır.
Solu sadece sosyalizme yapıştırmaya çalıştığınızda sosyalizmin rol almadığı her türlü değişimi reddetmeye, daha beteri karşı çıkmaya ve sonunda kaçınılmaz bir biçimde tutucu ve ‘sağcı’ olmaya mahkûm olursunuz.
Toplumların, sınıfların ve çelişki biçimlerinin değişmeyeceğini sanarak ‘sol’ olmak imkânsızdır, bunların değiştiğini kabul ediyorsanız o zaman da bu yeni değişimlere uygun bir ‘sol siyaset’ bulmanız gerekir.
Bu siyaseti (…) ‘kariyerist’ jestlere sığınarak bulamazsınız, tartışarak, (…) ve bugünkü toplumla ilgili analizleri yaparak bulabilirsiniz ancak”…
***
Siyasal yaşamın sosyal ve psikolojik boyutlarıyla biriktirdiği olaylar ve olumsuzluklara rağmen yıllar içerisinde yukarıda aktarılan zihniyeti kavradıkça kendini “daha çok CTP’li” hisseden bir Kıbrıslı Türk olarak sürekli uyarılar yapmaya çalışıyorum.
Geriye dönüp bakıyorum da solun değişim misyonunu sürekli hatırlatma çabasıyla geçmiş son 3 yıl. Son derece hassas, yıpratıcı ve bir o kadar da yorucu bir uğraş olduğunu söyleyebilirim.
Diğer taraftan “değişim” kendi başına buyruk, Kıbrıslı Türklerin kontrolü ve etkisi dışında yaşanmaya devam etmiş.
Tecrübelerden dersler çıkarıp ezberlere dayalı bir anlayışla değil, değişimi ve günün gerektirdiği şekilde konuları ele alabilmeyi bir kültüre dönüştürerek toplumsal varlığımıza sahip çıkmamız gereken günlerden geçmekteyiz.
Eşitlik ve özgürlük için doğru analizler yapıp sağlıklı çıkışlar yapmaktır görev. Solun hedeflerinin topluma doğru anlatılması halinde toplumun %50’den fazlasının solu tercih edebileceğini göz önünde bulundurmalıyız. O halde her günümüzü 1 Mayıs’a dönüştürmekten, üreten kesimlere sahip çıkmaktan bizi alıkoyan nedir?
Sol, çeşitli lobilerin veya çıkar gruplarının, ayrıcalıklı kesimlerin desteğiyle değil geniş halk yığınlarının desteğiyle yani halkın genelinin çıkarlarını gözeterek güçlenebilir. Sol, sağın yöntemleriyle iktidara gelemez, manipülasyonlarla veya gücünü halktan almayan odakların desteğiyle yol alamaz.
Sol, korku kültürüyle de cazibe merkezine dönüşemez. Çözümlemelerinde korkular üzerinden değişim olgusunu ötekileştirmeyi deneyenlere solu kavramak için daha fazla çaba sarf etmelerini önerebilirim.
Sol, hayatı nasıl ucuzlatacağını, işsize nasıl iş sağlanabileceğini ve halkın genelinin çıkarlarına yönelik neler yapılabileceğini tartışarak halkla bütünleşir ve halkın desteğiyle iktidara gelir. Solda başka da bir iktidara ulaşma enstrümanı tarih boyunca olmamıştır, olamaz da. Olursa, bu, sol olmaz.
Değişim söylemi karşısında takınılan kara propaganda halleri solda olağanlaşmışsa, ortada ciddi bir varoluşsal kriz vardır demektir.
Bugün eğer Talat döneminde yaşanan ilerlemeyi kayıt altına almayı gözetmeksizin müzakerelerin ölmesini olağanlaştıran ve AB ile ilişkilerde konfrontatif olma olasılığı yüksek yeni bir vizyonun mutfağında olduğunu ifade eden arkadaşlarımız değişim için sivil inisiyatifler geliştirme çabasına girişmişse, merkez solun kendi toplumsal misyonuna yeterince sahip çıkamadığı bir dönemden geçiyoruz demektir…
Uluslararası pozitif ilişkilerin gözetileceği, toplumsal sorunlarımıza gerçek çözüm önerilerinin geliştirileceği bir siyaset mümkündür. Sola nüfuz eden muhafazakâr halleri aşarak bunu başarabiliriz.
Eğer bu ülkede statükonun geliştirdiği linç kültürünü görmezden gelmek marifet olmuşsa, bir yerlerde bir aksaklık vardır demektir. Halbuki uluslararası hukuka dahil olmak için çalışırken aynı zamanda halkın alım gücünü ve istihdamı artırmak için ekonominin kurallarını gözeterek yapılabilecek çok şey vardır. Türkiye’nin kurguladığı suni bir siyasi istikrara da mahkûm değildir halkımız. Biz kendi istikrarımızı kendimiz sağlayabiliriz. Yeter ki solu solcu olmaktan alıkoyma riskini doğuran muhafazakârlığı siyasetin doğal bir unsuru olarak algılamaktan vazgeçelim…
14 Mayıs 2012, Yenidüzen