“Toplumsal ortak akla dayalı olarak kendi sorunlarımıza sahip çıkmalı, içteki değişimi tümden çözümle ilişkilendirmemeliyiz” diyen barış yanlıları, aynı zamanda hep şunu da hassasiyetle vurguladılar:
“YÜRÜRKEN sakız çiğnemeyi becerebilmeliyiz”.
Toplumumuzda çözüm umutlarının azaldığı bir dönemde barış idealini halktan koparmak isteyecek kesimlerin propaganda zeminini berhava eden bu yaklaşımın olumlu sonuçları her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Tecrübeyle sabittir, siyasal ve toplumsal yaşamda, ortak akılla sağlıklı biçimde ilişkilendirilebildiği oranda geniş kitlelerin desteğine mazhar olabilir idealler.
Ancak “YÜRÜMEDEN sakız çiğnemeyi” topluma empoze etmek isteyen ayrılıkçı cephe üzerinde durmamız gerekir. Onlar, müzakereleri kerhen yürüttüğüne inandıkları Derviş Eroğlu’nu destekledi uzunca bir süre. Diyorlardı ki, “Cumhurbaşkanı’nın görevi insanlarımızı umutlandıracak bir B planı üzerinde çalışmaktır. Eğer bu yapılamazsa, 1 Temmuz’dan sonra Saray’ın varlığı sadece temsiliyetle sınırlı kalacak ve itibarını yitirecektir”. Bu tehditvari yaklaşımlar karşısında Sayın Eroğlu, “müzakereler devam ederken B planını açıklamamız doğru olmaz” diyerek kaçamak cevaplar veriyordu son zamanlara kadar.
Doğal olarak bu açıklamaları senet kabul eden ve bugünlerde Eroğlu’ndan verdiği sözün karşılığını talep edenler var. Değerli Serhat Kotak soruyor: “Eroğlu aylardır verdiği sözden dönecek mi yoksa sözünü tutup Kıbrıs konusunda yeni bir sayfanın açıldığını açıklayacak mı?”.
Öyle anlaşılıyor ki büyük lokma ye büyük söz söyleme deyimini unutan Cumhurbaşkanı’nın aylardır sürdürdüğü basit oyun nedeniyle “B planı KKTC’nin kendisidir” açıklamaları dahi destekçilerini tatmin etmemekte, Sayın Eroğlu, verdiği sözleri tut(a)mayan lider durumuna düşmektedir.
Tonlamaları farklı olsa da AB ve Türkiye’nin savunduğu ortak görüşe göre federal çözüm için müzakereler sürmeli ve çözüme kadar yaşanacak süreçte Kuzey Kıbrıs’ın gelişimine dönük çaba ortaya konmalıdır. Dolayısı ile bu uluslararası konjonktürde kimse müzakerelerde bilhassa Sayın Talat döneminde yaşanan ilerlemeleri ortadan kaldırma ve yepyeni bir safhaya yelken açma imkânına sahip değildir. Ancak burada hassas bir başka unsur daha vardır. AB ve özellikle Türkiye’nin, oluşan ortak görüş çerçevesinde müzakerelere ilişkin yapıcı tutumlarını sürdürürken aynı zamanda ellerindeki ekonomik gücü de kullanarak bizim irademizle çelişebilecek işlere imza atmaları da olasıdır. Nitekim, Türkiye’nin buradaki kalkınma hamlelerine katkı yaparken demokrasimizi darbelerle kuşa çeviren İrsen Küçük’e açık destek vermesi ve O’nun itibarsızlığına ortak olması toplumumuzda kafa karışıklığına sebep olmakta, bu durum Türkiye’nin gerçek niyetinin sorgulanmasına da yol açmaktadır.
Öyleyse, “kendi irademize dayalı bir gelecek” talep eden herkesin, tıpkı AB Derneği’nin yaptığı gibi federasyonun toplumumuzun % 76’sı tarafından istendiği / tolere edilebilir bulunduğu üzerinde durması, bir başka deyişle, karşılıklı kabul edilebilir çözüm iradesinin bir “asgari müşterek” gibi ele alınmasının önemini vurgulaması yerinde olacaktır. Çözüm sadece bizim irademizle gerçekleşmeyecek olsa dahi, kimin kimi tertipleyeceği tartışmaları arasında esas tertiplenenin Kıbrıs Türk halkı olması ihtimalini göz ardı ederek bu ülkede değişimi sağlayamayız.
Güneydeki seçime kadar Gümrük Birliği’ne dahil edilmeyi, deniz ve hava limanlarımızın uluslararası trafiğe açılmasını, güneydeki seçimden sonra müzakerelerin bir takvime bağlı yürütülmesini ve benzeri konuları bütünlüklü bir biçimde savunmaktan kaçınırsak, hiçleşme gündeme gelebilir ve içteki iyiye doğru değişim sürecinin manivelalarını kaybedebiliriz. İşte neredeyse yarım asırdır değişim mücadelesi veren CTP’lilerin rahatsızlık duyacağı nokta burasıdır.
Buyurun, toplumsal ortak aklı sahiplenip YÜRÜRKEN sakız çiğneyelim ve Naci Talat’ın halk denen o yiğit prensi olalım! Alalım elimize bir süpürge, hem de sağlam bir çalı süpürgesi, bütün kötü adamları ve siyasi çeteleri birlikte temizleyelim.
16 Temmuz 2012, Yenidüzen