31 Ocak 2017 tarihli Yenidüzen Gazetesi’nde Fehime Alasya’nın “Döviz durmaz ama etkisi azaltılabilir” başlıklı haberinde yer verilen değerlendirmem şu şekildedir:
Başka bir ülkenin para birimini kullandığımız için para politikaları ile dövizin ateşini düşürme imkânlarına sahip değiliz. Ancak maliye politikaları üzerinden gerek zamları ötelemek gerekse döviz krizinin etkilerini azaltmak adına birtakım alternatifleri tartışmak elbette ki mümkündür. Maliye politikaları ile kastedilen kuşkusuz kamunun gelir ve giderleri ile ilgili yapılabileceklerdir. Böylesi durumlarda devletin döviz cinsinden gelirler başta olmak üzere tüm vergi gelirlerine ilişkin kamu gelirlerini azaltıcı bazı önlemler üzerinde durulabilir. Bu önlemlerin devreye sokulabilmesi ise mali yapının gücü ile doğrudan ilişkilidir. Gelirlerden feragat ederek örneğin gümrük vergilerinde kur sabitlemesine gidilebilir, kira stopajlarında TL’yi özendirmek için TL kullanımında daha düşük stopaj uygulamasına gidilebilir, tüm diğer vergilerde indirime gidilerek dövizdeki artışın piyasaya yansımaları azaltılabilir. Bu alternatifler daha da çoğaltılabilir.
Diğer yandan bilindiği üzere 2016 yılının 13. maaşları borçlanarak ödendi. Gelirler hali hazırda cari harcamaları karşılamaya yetmiyor. Dolayısı ile bugünkü mali yapı gelirleri azaltıcı tedbirleri kaldırabilecek durumda değildir. Kamunun borçlanarak döviz krizi ve zamlara karşı alınacak tedbirler nedeniyle oluşacak açıklarını kapatması da bir alternatiftir ancak bu durumda da kamunun mali yapısı yine telafisi çok zor zararlara uğrayacaktır. Bu bağlamda mali disiplini bozmanın faydasından çok zararı olacağı öngörülebilirdir.
Bize tek bir alternatif kalıyor o da Türkiye ile imzalanan protokolde öngörüldüğü şekliyle reformlarımızı gerçekleştirip Reform Destek Ödeneği’ndeki kaynaklara ulaşmaktır. 2016 yılında 200 milyon TL’lik ödenekten sadece 25 milyon TL temin edilebilmiştir. Üstüne üstlük hükümet tarafından mali disiplin bozulduğu için 200 milyon TL’lik bütçe açığımıza desteğin de 80 milyon TL’si kasaya maalesef girememiştir. Bu anlamda UBP-DP azınlık hükümeti 2016’da Kıbrıs Türk halkının 255 milyon TL’sini heba etmiş bulunmaktadır. Bu kaynağa ulaşabilseydik bugün rahatlıkla mali disiplini de bozmaksızın gelirlerden geçici bir dönem için dahi olsa feragat edebileceğimiz müsait koşullara sahip olabilecektik. 2017’de ise reform destek ödeneği 540 milyon TL’dir. Demek ki hemen işe koyulmalı ve seferberlik ilan ederek hem mali disiplini koruyup 150 milyon TL’lik bütçe açığına desteği temin edebilmeliyiz hem de reformları tamamlayarak söz konusu 540 milyon TL’lik kaynağa ulaşabilmeliyiz. Başka da bir çıkış yolumuz olduğunu ben şahsen düşünmüyorum.
Bu noktada Türkiye ile ilişkilerdeki tabular da maalesef bizi doğru mali politikaları halkımızla şeffaflıkla paylaşmaktan zaman zaman alıkoyabilmektedir. Örneğin birileri çıkıp size “Ne gerek var Türkiye ile protokolü övmeye?” diyerek sizi eleştirebiliyor meramınızı anlatmaya çalışırken. Söz konusu programda itiraz edilebilecek hususlar elbette ayrıca değerlendirilebilir ancak örneğin bu program vergiyi tabana yaymak için vergi yasalarındaki indirim, istisna ve muafiyetlerin gözden geçirilmesini öngörmektedir. Veya turizm amaçlı arazi tahsislerinin peşkeş yöntemiyle değil ihale yöntemiyle yapılmasını içermektedir. Tüm bu hedefleri protokole ekleyen zaten protokol hazırlanırken görevde olan CTP’li bakanlardır. Dolayısı ile bu hükümete döviz krizi ve zamlara ilişkin yapılabilecek en doğru muhalefet de bana göre yine programdaki hedeflerin zamanında hayata geçirilmemiş olması ve buna bağlı olarak kolay erişilebilecek Türkiye kaynaklarına ulaşılamadığı için hem açıkların zamlarla kapatılmaya çalışılması hem de olası mali tedbirleri devreye sokacak müsait mali koşulların oluşturulamamış olması üzerinden şekillenmektedir.
Halkımız maalesef bu hükümetin beceriksizliği ve reformlara ilişkin tutukluğu nedeniyle çok ciddi bedeller ödemek zorunda kalmaktadır. Söz konusu bedeller kısa vadede döviz krizi ve zamlara ilişkin tedbirlerle alakalıdır. Orta ve uzun vadede ise günün gerektirdiği bir yapılanmaya dönük yapısal reformların hayata geçirilememesinden ötürü geleceğimizin ipotek altına alınması, gelecekte de bugünkü gibi krizlerle karşılaşıldığında yine bütçemizin gerekli esnekliğe sahip olamayacağı koşullarda tedbir almakta yine yetersiz kalınacak olması şeklindedir.